İnsan beyni sanırım arabalardaki vites gibi. İleri vitese aldınız mı, mutlu olmak için çok neden aramazken; geri viteste ise en ufak detaylar bile gözden kaçmıyor, mutsuzluk katmerli artıyor.
Ancak güzel olan sanırım, beynin fabrika çıkışı olarak ‘ileri vitese’ takılı gelmesi. Ve hemen her sabah da kendini “fabrikadan yeni çıktığını” zannetmesi!
Bu ‘default’ özellik, geri vitese geçmemek için bizim savunma mekanizmamızı da harekete geçiriyor. Aldığımız kararları sonradan açıklarken “ben zaten….” veya “keşke…” ile başlayan kısa ömürlü cümlelerin çoğalması ondan. Bu sayede geçmişin üzerine bir sünger çekip (zamanla gerçekten de unutup) mutlu oluyoruz. Seviyorum ben beynin bu özelliğini!
Yaş konusu mesela… “ah ben şimdi genç olacaktım, var ya…” veya “şimdiki aklım olsa…” muhabetleri…
– “Ya bırak Allahaşkına bu yaştan sonra benden ne köy olur ne kasaba.
– Haklısın!
– Gençken çalışsak, uğraşsak olurdu ama bu yaştan sonra olmaz.
– Haklısın!
– O dediğin işler için hükümet yalakası olmak lazım, kimse dürüstlükle oraya gelemez.
– Haklısın!
– Boş boş konuşuyorsun, bu dediklerin Polyanacılık.
– Haklısın!”
Tiyatro aşkıyla tutuşan bir adamın 40 yaşından sonra bir tiyatroya temizlikçi olarak girip, tüm oyunları izlemesi ve geceleri sadece 3 saat uyuyup, evde deliler gibi oyun yazması… Sonradan yazdığı oyunlarla da dünyayı büyüleyemesi…
Bu yaştan sonra benden çok köy de olur, kasaba da diyen bu adamın adı William Shakespeare.
Teşekkürler Ahmet Kozanlı. Kaynak: Hakan Mengüç
>>>>>
Z harfini de devirdik!
Şu pazarlamacıların her şeyi sınıflandırıp, kategorilendirmesine bayılıyorum! Kendi uzmanlık alanları gereği hedef kitlelerini iyi tanıyacaklar. Kimlere konuşacaklarına karar verip, o kitlenin ihtiyaç ve beklentilerini daha iyi anlayacaklar ki onlara satış yapabilsinler.
Anlıyorum… Hem de uzunca bir süre bunu bizzat yapmış biri olarak. Ancak, yıllar bana şunu da öğretti ki, o sınıflandırmayı yapan kişiler bunu anca kendi vizyonları kadar yapabiliyor.
Yaptırılan pazar araştırmaları ise ayrı bir komedi. Evet, hemen hiçbir araştırmaya inancım pek yok maalesef. Kim hangi sonucu çıkarmak isterse araştırmadan onu çıkartabilir. Hangi soruyu, ne zaman, hangi ortamda, hangi tonlama ile ve nasıl sorduğunuz, duymak istediğiniz cevabın da zeminini hazırlıyor.
Veya diyelim duymak istediğiniz cevabı gerçekten siz de bilmiyorsunuz, bir şey öğrenme adına araştırma yaptırıyorsunuz; o zaman da o araştırmayı yapan kişilerin “nabız tutma veya öğrenme” becerileri ile limitli olacak size aktardıkları.
Ben şirket sahipleri, genel müdürleri ve pazarlama müdürlerinin kime ne satıyorlarsa, ofislerinin de onların arasında olması gerektiğini düşünüyorum. Sadece ofislerinin değil, evlerinin de…
Onlar gibi düşünüp, onlar gibi hissedip, onlar gibi yaşamalılar. Sattıkları hizmet veya ürünün alıcıları onların hayatının tam ortasında olmalı. Ancak o zaman bir-iki bin kişi ile yapılan anket veya ufak çaplı focus grup tarzı araştırmalara gerek kalmadan, konuştukları kitlenin (üstelik sürekli değişen) beklentilerini yaşayarak anlar, hem kendi hem de şirketlerinin değişimlerini sürekli kılabilirler.
Bu araştırmaların en güzel yanı da, profesyonel yöneticilere bir bahane imkanı sağlaması. Bir ürün tutmadı mı, at mazareti araştırmaya!
Neyse, ben doluyum biraz bu pazar araştırma konularına demek ki!
Bu isyanıma İlker’in gönderdiği Z Kuşağı ile ilgili bir haber neden oldu. Bakın İlker gönderdiği (link’ten de alıntı yaparak) açıklamasında ne demiş:
Bunlar benim çocuklarım :)”
Z harfini de devirdik… Onlar alfabeyi başa sarmadan var mıdır çocukları korumanın bir yolu?
Teşekkürler İlker Utlu. Kaynak: Hürriyet.
>>>>
Tenori-On
Gelişen teknoloji ile hemen her şeyin ele avuca sığar hale gelecek kadar ufalması ve mobil olmaya daha fazla fırsat tanıması, yaratıcı insanların da özgürlüğünü kısıtlamadan bir şeyler üretmesine olanak tanıyor.
Tıpkı Toshio Iwai ile Yamaha’nın geçtiğimiz yıllarda ortak geliştirdikleri Tenori-On gibi.
Bu ufak ritim kutusu ile programlama yapabiliyor, farklı katmanlar arasında bağlantı kurarak da müzik üretebiliyorsunuz diyor ve ekliyor İlker İlgen:
Teşekkürler İlker İlgen. Kaynak: clubvibes.com
>>>>>
Bir canlıyla uğraşmak.
Bir sonraki yazımızda “bir annenin” deneyimlerini paylaştığımız yazı dizimizi bitireceğiz. Şimdi ise Damla’nın annelik maceralarını en başından beri kaleme aldığı “Kitubi – Bir canlıyla uğraşmak” isimli blogundan gönderdiği “Bir denge sporu – ebeveynlik” yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu da Damla’nın açıklaması:
Teşekkürler Damla Doğan Altınören. Kaynak: “Bir denge sporu – ebeveynlik”
Siz de Fikir Atölyesi okurları ile ilginizi çeken konuları “Link Önerin!” sayfası ile paylaşabilirsiniz.
Yorumlar 26
harika bir makale olmuş elinize sağlık ve başarılarınızın devamını dilerim.
ilk cümleden insanı içine çeken yazılardan olmuş…
tebrikler..
tenori-on gerçekten keyifli bir ürünmüş.
güzel yazıya ne denir ki
emeğinize sağlık çok güzel bir yazı
harika bir makale olmuş elinize sağlık diyorum.
Sevgili Tunç,
Sen “uzun yazıları okumuyorum… sıkılıyorum” de. Benim yazılarımı görünce “uff, abi sen yazarken sıkılmıyor musun” de…
Sonra da al eline klavyeyi, döşen de döşen. Ellerine sağlık, beynine sağlık. Çok keyifli ve güzel. Ama sayende uzun yazamaz duruma geldik. N’olcak şimdi?
Bukadar denk gelir….Bu yazı bana çok iyi eldi…Kendime getirdi….İnsan neler yaşıyor…Düşünün şöyle bir yaşadıklarınızı…Maddi manevi yıkılışlarınızı, yediğiniz kazıkları, sevdiğiniz birinin dönmemek üzere başka dünyalara gittiğini, aklınıza ne gelirse…Neler yaşıyor insan..Ama zamanla bu yaralar kapanıyor…Herşeyi unutabiliyoruz az da olsa izi kalsa da…Öyle bir sistem olmasa, bütün bunlar insanı gerçekten yıkar…Yaşayamazdık…
BEN HAYATIMDA -EBİLMEK FİİLİNİ HİÇ OLUMSUZ ÇEKİMLEMEDİM….Ne olursa olsun…
Beni öldürmeyen Şey, beni güçlendirir…demiş….Nietzsche
Yazıda beynin unutması sevilen bir özellik olarak aktarılıyor. Bunu görünce daha önce güvenilir bir kaynaktan dinlediğim olayı aktarmak istedim.
Askerdeki bir gence, kafasının arkasına isabet eden şarapnel parçası zarar veriyor. Beynine -yanılmıyorsam arka taraf olduğu için beyincik oluyordu- aldığı bu hasar ile genç unutma becerisini yitiriyor. Evet beceri dedim, çünkü önceleri çok hoş gelen bu durum -yani hiç bir şeyi unutmamak- bir zaman sonra çok büyük sıkıntılar yaratmaya başlıyor. Beyinde, kısa bir süre sonra unuttuğumuz ufak çevresel faktörler hiç bir şekilde silinemediği için bellek doluyor. Bu sebepten ötürü asker kafayı yemeye başlıyor. En sonunda dayanamayıp canına kıyıyor…
Beynin unutması yalnızca sevilen bir özellik değil, bence tapılası bir özellik. Olmazsa olmaz.
Yine de ince eleyip sık dokumak lazım, keşke dememek için ;)
Her zaman bir bahanemiz var.. Eğer o anda söz konusu olan şeyi yeterince istemiyorsak havanın sıcaklığından yaşımıza kadar bir şekilde bahane üretebiliyoruz.. özellikle azıcık emek harcamamız gerekiyorsa sığınacak bahanelerimiz, sarılacak dalımız mutlaka oluyor…
mesela sheakspear’in durumunda bizden birisi olsa, hemen bahane olarak bir atasözü ararız.. Aklımıza “ağaç yaşken eğilir gelir” mesela… tamam işte! O anda “öğrenmenin yaşı olmaz” demeyiz. “İşleyen demir pas tutmaz” gibi bir söz aklımıza gelip de, “ne varmış yaşımda” diye düşünmeyiz…
Tüm bunların hayatı sevmekle ile ilgili olduğunu düşünürüm hep.. elimiz ayağımız tuttukça, sevdiğimiz, hoşlandığımız bir iş de olunca, 40’ına da gelsek yaşamayı sevdikten sonra hep 18’inde değil midir beynimiz… Fiziken olmasa da…
Sheakspear’in hikayesi gerçekten çok etkileyiciymiş…
Bu yazı için teşekkürler
Malcolm Galdwell’in Blink isimli kitabını okudum yakın zamanda, beynin hızlı düşünme gücünü anlatıyor. Kitabın bir yerinde Coca Cola, Pepsi örneği verilmiş. Kör tadım testlerinde bir yudumda alınan Pepsi’nin tatlılığı insanlara hoş gelirken, evde bir bardağı devirince insanın içini bayabiliyor. İşte bana göre de araştırmalara böyle bakmak lazım.
Gurmeler ise kendi beyinlerini eğitip, o ilk yudumda bir bardağın etkisini tasvir edebiliyorlar. Kendi egosantriklerinde düşünüp, bunu beğendim, bu olsun, demiyorlar kimi pazarlamacılar gibi. İşte pazarlamacı da bir çeşit gurme olmalı bana göre, beynini eğitmeli (araştırmalar bu eğitimde bir done olabilir ancak) ve insanların ne istediğini anlayabilmeli.
Kitubi‘ye link için çok teşekkürler, daha çok paylaşabilmek çok güzel.
Başlığa ve içerikle uyumuna çok içten gülümsedim.
tebrikler, selamlar..
@Taci, o sizin harika bakış açınız ile alakalı emin olabilirsiniz…
@Hülya, ne demek efendim, ben teşekkür ederim paylaştığınız için. Bu arada fikir atölyesi sayesinde blogunuzla tanıştım, gerçekten harika iş çıkarıyorsunuz. Az güncellenen blog dünyama bir blog daha eklendiği için mutlu oldum. İyi çalışmalar efendim.
@Taci, hem Can Yücel’in emeğine olan saygın ve hem de benim yorumuma katkın için teşekkür ederim.
Sevgilerimle.
@Hülya
Şiirin çevirisi Can Yücel’in. Özellikle yabancı dildeki şiirlerin dilimize çevrilişinde; çevirmenlerin ”büyük” etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden çevirmeni de ben belirteyim dedim.
Tunç Bey’e ise bir şey diyemiyoruz tebrik etmekten ve yazılarını sürekli, zevkle takip ettiğimizden başka.
İstatistikler konusuna katılıyorum. Bu bir nev’i şark kurnazlığı. Parametreleri değiştirerek isteyen istediği konuda istediği sonucu çıkartabiliyor.
Benim en son dikkatimi çeken dış ticaret istatistikleri. Bu konuda ayrıntılı olarak yazmayı bile düşünüyorum..
Bu sitedeki bu tür yazıları çok seviyorum. Bir insanın bir konu üzerindeki bilgisini ve deneyimini yazıya dahil etmesi o yazıyı değerli yapıyor.
nasıl yani ?
“Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen?e,
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama. ”
gibi muazzam bir şiiri yazan adamın hayat hikayesinde tiyatro temizleme işi mi var?
Bilmiyordum. Bu yüreğe ve hayata bakış açısına bir kez daha hayran oldum…
Teşekkürler.
Hamlet’ten sevdiğim bir replik;
“Öyle şeyler vardır ki Horatio, gökyüzünde ve yeryüzünde, göremez senin felsefen, onları rüyasında bile…”
te nori-on do end do programlama kalıbının sese geldiği an… ne çektirir bi bilseniz.
hele z ler yaratıcılığmız zaten yeni bir trend yaratmada sınır tanımıyo ama hedef kitle hangisi olacak bu ülkede, hele kroyum ama para bendeci için mi, yoksa yeni vizyonları olan biz genç kuşak mı hedef alınıcak; işte bu baya zor bir konu.
Uzun da olsa okuması hep keyifli teşekkürler :)
valla uzunca bir yazı olmuş. geçenlerde kızıyordum bu kadar uzun yazılar yazmayın gözümü korkutuyor okumadan gidiyorum diyordum ama bu sefer okudum :) demek ki okutmayı bilmek lazım. Güzeldi.
William Shakespeare yazın bana ilham mı verdi desem ne desem işte öyle bişi, hoşuma gitti :D
Ana bilim dalı İstatistik ve Yöneylem olan pofesör ve bölüm başkanı hoca, yeni üniversiteli gençlerin okuldaki ilk istatistik dersine girer ve şöyle der;
Ardından öğrencilere 2+2 işleminin sonucunu 6 çıkarır.
“Kim hangi sonucu çıkarmak isterse araştırmadan onu çıkartabilir.” demişsin Tunç. Tam isabet!
?şimdiki aklım olsa?? muhabbetini önceleri oldukça fazla yapıyordum. Malum bir üniversiteyi okurken 7. yılınıza girdikten sonra 4. kez aldığınız dersin oldukça basit olduğunu farkedince, bunca sene ne yaptığınızı sorgulamaya başlıyorsunuz. Fakat bütün bu düşüncelerime rağmen “kelebek etkisi”nin de insan hayatındaki etkisine oldukça fazla inanıyorum.
Mesela başka bir şehirde yaşıyor olsaydım, belki de şu an bildiklerimin yarısını bile bilmiyor, evlenmeyi planladığım kişiyle tanışmamış olurdum. Çoğu insana uzaktan vakit kaybı gelen, fakat dünya görüşümü, gelecekten beklentilerimi kökünden değiştiren dizileri filmleri izlememiş, şu ana kadar yaşadığım (gerek arkadaş, gerekse diğer anlamlarda) ilişkileri tecrübe etmemiş olurdum. ilk iki yılımdaki özgüvensizliğimi yaşamasaydım, şu anki özgüvenime sahip olmazdım.
Yani neredeyse kişiliğimi tamamiyle oturtan bütün o tecrübeleri yaşamamış olurdum ki bahsettiğim üzere şu an beni memnun eden özgüvenli halime ulaşamazdım. Bazı şeyleri geçmişte farklı yapsam belki mevcut olandan daha ileri bir karaktere sahip olabilirdim. Fakat şu an elimde bunu değiştirmeyi mümkün kılacak bir seçenek bulunsaydı bile mevcut halimi tehlikeye atmayı göze alamazdım.
Kısacası, “keşke şöyle yapsaydım” cümlesini kurmakla “Ulen şimdi ben başbakan olsaydım” cümlesini kurmak arasında bir fark göremiyorum. Zira bu cümleyi kurduğumuzda bahsedeceğimiz karakter, bizle uzaktan yakından ilgisi olmayan birinden bahsetmekten öteye gitmemiş oluyoruz.