Geçen hafta kısa bir kaçamak yaptım. Bugüne kadar çok duyup hiç görme şansım olmayan Barselona’ya. Yalnızdım. Tercihim bu yöndeydi. Bol bol yürüyüp yeni şeyler keşfetmek için sonsuz özgürlüğü ve kimseye bağlanmamayı seviyorum arada. İyi de oluyor…
Neyse, gelelim Barça’ya…
İstanbul’la çok benzer bir iklime sahip ve deniz kenarında. Neredeyse tek benzerlikler de bunlar.
İnsanları mutlu genelde. Taksi şöförü siz arabaya binince, radyonun sesini kısmayıp şarkısını söylemeye devam ediyor. Dinlediğimiz ise eğlenceli flamenko şarkıları…
Katalan milliyetçiliği, müzeyi andıran sokakları, insanların birbirlerine saygısı, trafiğin aksaksız akması, ucuz sayılabilecek balık ve her türlü deniz mahsülü, uzun ve tertemiz Akdeniz kumsalları, yüzbinlerce turist, renkli eğlence hayatı, güzel kızları… Size bunlardan bahsetmeyeceğim!
Üç şey çok etkiledi beni.
Birincisi Theo.
[Diğer iki şeyi de sonraki yazılarda paylaşalım ki bu yazı uzamasın çok.]Bir ay önce Fransa’nın ufak bir şehrinden beş parasız kalkıp, kız arkadaşının peşinden giden 20 yaşında bir genç o. Turistlere her gün kiraladığı (şu video‘daki gibi bir) bisiklet ile taksicilik yapıp kazandığı parayla yaşıyor. Ancak çok mutlu.
Beni de 2 saat dolaştırdı Barça’da. Rehberlik yaptı adeta ve o pedal basarken ben elimde biram sohbet ettik bol bol.
“Bu yaşımda kaybedecek neyim var ki” dedi kısaca.
“Çünkü başıma gelebilecek en kötü şey eve, ailemin yanına dönmek zorunda kalırım. Ki bu da o kadar kötü bir şey değil. Ancak o zamana kadar tanıdığım yeni insanlar, edindiğim yeni deneyimler, öğrenmeye başladığım yeni bir yabancı dil ve kültür, sevgilimle yaşadıklarım bana çok şey katmaya başladı bile.”
En az bir yıl burada kalıp üniversitede sosyoloji okumaya devam etmek istiyor. Sonrası hakkında ise en ufak bir fikri yok. Olmasını da istemiyor.
“Geçen yıl da bugün Barça’ya geleceğimi bilmiyordum, tek başına bir kız bile benim tüm hayatımı değiştirmem için harika bir mazaret değil mi?”
Theo’nun henüz 20 yaşındayken sahip olduğu bu hayat görüşü “ama benim param yok ki, ama benim imkanlarım yok ki, ama benim şuyum yok ki…” diyip kendi kendine limitler koyanlar için iyi bir örnek.
Onun da parası yok ama ucuz okul bulacak, kendini kabul ettirecek, kafasını sokacak bir oda bulacak, bisiklet taksiciliği yapacak, hayattan zevk almasını ve tüm bunları yaparken çok şey öğrenmesini sağlayacak bir aklı, cesareti ve yüreği var.
Bu 20 yaşındaki Fransız bana “hayatın basitleştikçe güzelleştiğini, engelleri ise sadece kendi beynimizin yarattığını” hatırlattı tekrar.
Olmazı “olmaz” yapan sadece bizleriz. Yeter ki isteyelim. Çok. Tutkuyla. O zaman engelleri aşmak da keyif vermeye başlamıyor mu?
Yorumlar 32
Pingback: Reset Maceram Nasıldı? | Can Uzun | anymaa
Pingback: Fikir Atolyesi Gelsin 2009, Bildiği Gibi Gelsin!
Bana sorarsanız beni asıl şaşırtan Theo değil de onun imkanlarına sahip olup da Theo gibi yaşamayanlar. Şu anda AB vatandaşıysanız ne askerlik derdiniz ne de vize derdiniz var. İstediğiniz gibi gezin tozun ve hayallerinizin, aşklarınızın peşinden koşun. Yeni insanlar, ülkeler, kültürler tanıyın.
O yüzden evinden çıkmayan, köyünden uzaklaşmayan, hatta kendilerini yıllarca “okumaya mahkum eden” “batılılar”ı anlamıyorum. Hayat bu kadar zor mu? Bu kadar materyal elde etmek gerekiyor mu? Yapacak o kadar çok şey, görecek o kadar çok yer var ki.
ne güzel istisnalar var hayatta onlardan biri olmayı başarmayı dilemek ise dünyanın en saçma dileği olsa gerek, o özgürlük, cesaret ve iyimserlik doğuştan varolan bir erdem.. yaşanılmışlıklar köreltse de arada, içinde tohumu var bu güzelliğin üç dakika çiselese yağmur illa ki filizlenir bir yerlerden…
Theo’yu sanirim cok iyi anliyorum.
insanlarin kucuk mutluluklari olmali.. ucuz siradan mutluluklar bilirsiniz; parkta cekirdek citlatmak gibi mesela ama cok fazla olmali. o zaman hepsi birlesip senin hayatini yani mutlulugunu olusturmali. sen buna izin vermelisin.
kimse senin parkta cekirdek citlatmana karisamaz degil mi:)
Theo harika ama sen de bir harikasın Tunc,
Kutlamaları Katalanya’da yapıyorsun, sesssssizce…
Trafik, insanlar, düzen hakkında ben de bir şey söylemek istiyorum.
1984 yılında, yani 24 yıl önce Madrid, Barcelona, İstanbul’dan kötüydü.
Para Tunc, para, o günkü adıyla A.T.’na girdikleri ilk yıl 32 Milyar dolar almışlar, diğerlerinin seviyesine hızlı gelsinler diye.
Portekizin de pek bir farkı yok,
Biz 24 yılda çok yol aldık ama kendi paramızla, +borç ve faiz ödeyerek.
Bir de bizi rahat bıraksalar Tunc.
İnan ki çok daha farklı yerlerde olurduk.
Biz göremeyiz kesin, ama sizler göreceksiniz.
Pingback: La Rambla, İstiklal Caddesi ve Siya Siyabend. | Fikir Atölyesi
İnsanlar yapabileceklerinin farkında olmadıkları için korkuyorlar. Çoğu zaman ben de aynı düşüncelere dalıp giderim. Ancak NLP felsefesindeki “Dünyada bir işi yapmış bir kişi varsa diğerinin yapmaması için bir sebep yok..” mantalitesi aklıma gelince kendimi toparlar ve işime konsantre olurum.
Biraz daha cesur olabilmeliyiz diye düşünüyorum.
Ancak iş sadece bizde mi bitiyor acaba? Çevredekilerin hiç mi etkisi yok?
Aynı Theo, burada doğmuş büyümüş olsaydı, yaptıklarını yapmadan evvel iki kere düşünürdü diye tahmin ediyorum. Çünkü o kadar yoğun bir çevre baskısı var ki…
Herkese güzel yorumları için teşekkürler….
Ben kendi ailemi suçladım. Neden dedim ülkenin bu hale gelmesini beklediniz? Kaldıki tonlarca kitabı yakılmış, yayın evi basılmış dövülmüş, vurulmuş insan onlar.
Kimin ne yaptığını değil kişinin kendisini sorgulaması lazım.
Hangi bilinçli vatan sever bunu söylerki ayrıca? Bunu öz veri olarak görmez ki o, yapmak zorunda olduğu bir görev olarak bilir ve yapar. Atatürk ben şunu yaptım ben bunu yaptım ne zaman dedi? BİZ DEDİ:Yaptık ve YAPACAĞIZ dedi. Cumhuriyeti biz kurduk, yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz dedi.
Biz ne yapıyoruz? BAHANE ÜRETİYORUZ.
Cannes film festivalinde birinci olan yönetmenimiz ödülünü alırken ne söylediğine dikkat edelim.
“Başarılı olunca kendimize, başarısız olunca devlete mi?”
Güzel yorumlarınızı tek tek okudum. Bir şey tespit ettim. Yeni bir şey değil elbet; herkesin kafamıza soktuğu bir şey: “Burası Türkiye”
Mükemmel bir vatanımız var, doğal zenginlikler vs…. Herkes bir şeyden yakınıyor. Türkiye şöyle Türkiye böyle…
Mazeret üretmekte üstümüze yok. Sanki “Türk” olduğumuz zaman dünya duruyor! imkanlar tükeniyor!
Peki bunu değiştirmek için kim elinden geleni yapıp çaba gösteriyor? Yanlışları görüp eleştirmek kolay geliyor.. İş çabalamaya, bir şeyler yapmaya gelince konuşan ağızlar susuyor…
Ama kimse bunu değiştirmek için bir gayrette bulunmuyor…
Neden? Neden sadece eleştirmekteki üstadlığımızı insanlara gösteriyoruz?
İcraat? icraat nerede?
Yandı bitti kül oldu gitti…
Tunç’a ve yorum yapan herkese merhaba! Bana Ece Temelkuran’ın 2003’de yayınlanmış yazısını hatırlattınız.
“Hep ihtiyar bir çocuktu benim kardeşim. Kola bardaklarını yan yana koyup, santim santim eşit kola doldurmaya çalıştığımız zamanlardan beri, biraz ihtiyardı. Çikolatayı kimin daha yavaş yiyeceğini hesaplarken bile hatta, biraz yaşlıydı. Uzun süre konuşmadı, konuşmayı uzun yıllar sevmedi. Sonra bir gün, durup dururken bir fıkra anlatarak başladı konuşmaya. şaşırmıştık, hâlâ da şaşırırız O konuştuğunda. Ortaçağ resmindeki ışıktan bahsettiğinde, Quantum fiziği anlattığında veya Afrika filleriyle Asya filleri arasındaki anatomi farklarını saydığında, Avrupa siyasi tarihinin ayrıntılarından veya İtalyan mutfağının inceliklerinden söz ettiğinde … Böyledir çünkü, ihtiyardır benim kardeşim.
Ve ben hayatımda bu kadar iyi bir insan görmedim. Niye bu kadar iyidir o, onu da hiç bilemedim. Bu kadar iyi olduğu için işte, O benim küçük peygamberim.
Önce benim kardeşimdi o, sonra büyüdü. Bir flamenkocu kadına âşık olup İspanya’ya gitti. Küçükten beri filmler anlatırdı, avukat olmasına rağmen, bırakıp her şeyi, bir hayatta tam olması gerektiği gibi, çekti, film yapmaya Madrid’e gitti. Geberene kadar çalışıyor şimdi dönercilerde, garsonluk yaparken Foucault anlatıyor müşterilere, delirip Derrida’dan bile bahsediyor olabilir şimdi oradakilere. Sonra sabah kalkıp, sinema okuluna… Dönercide çalışanlar “Deli misin?” sen diye soruyorlar ona, “Gidip Türkiye’de avukatlık yapıp keyfine baksana!”
Benim kardeşimin bir derdi var oysa, dertlidir benim kardeşim. Diyecek şeyleri böğründe birikmiş kişilerdendir ve ben ne zaman ondan gerçekten bahsetsem dünyanın bütün denizleri gözüme üşüşür. Derken ilk kısa filmini yaptı: “Anarşist Dilenci Deli İbrahim”. Film bitti. “Yönetmen: İnan Temelkuran” yazdı ekranda… Niye ağlayayım canım!
Şimdi ilk kez Türkiye’de gösterilecek filmi: “Besleyici Bir Aşkın Mikro Belgeseli”. !f İstanbul Film Festivali’nde, 20 ve 22 Ocak’ta saat 13.15’te. Filminin gösterildiği sırada o muhtemelen çalışıyor olacak Madrid’de, “Soğanlı mı, soğansız mı?” diye soracak müşterilere. “Soğanlı mı, soğansız mı?”!
Kardeşim, benim küçük peygamberim. Hayata fit olmamış biri o. Bu hayatta bir kere şansını denemeye karar vermiş biri, bedelini çatır çatır ödeyen. Biraz ihtiyardır bu yüzden. Yaşamakla ilgili bizim gibi çoluk çocukların bilemeyeceği şeyleri bilir… İnsanlığın en can yakıcı hikâyelerini anlatmak niyetindedir. Muhtemelen filminin gösterildiği günün gecesinde Madrid sokaklarında “Kalbim Ege’de kaldı” şarkısını yine bağıra bağıra söyleyecektir. Ben mi? Niye ağlayayım canım?! Küçük peygamberimden ne zaman bahsetsem sadece gözüme dünyanın bütün denizleri üşüşür…”
Öğrenmek istediğim buydu, yani okuldan atılıncaya kadar olan kısım ve sonrasında ne yaptığınız.
Düşünenizi savunmaya devam ettiğiniz için sizi tebrik ederim. Yanlış ya da doğru.
Yalnız okuldan atılmanızı sadece bir imzaya bağlamanız ve imza atmayı bu kadar basite indirgemeniz kötü. Sadece bir imza ile iş kurabilir, bankadan kredi alabilir ya da bir ülkeyi parça parça bölebilirsiniz. Beyninizi bence nereye imza atmanız gerektiği konusunda yormanız gerekir.
Yani siz bir imza atarak okuldan atılmadınız. Bir düşüncenin uygulanması için harekete geçince okuldan atıldıınız. Bu doğru mu? Değil.
Değişmesi için ne yaptınız?
Christopher McCandless
Tolstoy, Jack London ve benzeri yazarlardan ilham alarak sosyal ve kültürel yaşamı reddederek kendi başına doğal yaşama kendini atacak ve burda yaşantısının acı sonunu getirecek ama yaşadığı bu kısa süre boyunca unutulmayan anılar ve dersler aldığını düşündüğüm Christopher_McCandless (kimliğini yakıp Alexander SuperTramp ismini koymuştur kendine) için bu satırları yazıyorum.
Geçen haftalarda Tren ile yaptığım yolculuklarda 2.5 saat süren DVD film’de tanıdım onu. Sean Penn çekmiş, Müziklerini Pearl Jam’in ilahı Eddie Vedder yapmış…
Filmi muhakkak izleyin. Yapabilir misiniz? Böyle bir yaşamı deneyen bir insan olmak mı olmamak mı? Gerçekten yattığınızda bir gününüzü düşündürecek bir film…
Rahat uyu Alexander Supertramp :-) (Alexander Superberdush) :-)
Dünyada senin gibi cesaretlileri yok…
Devamı ve fazla için… geziyorum.net/christopher-mccandless
…elinizi tasin altina soktunuz mu?…
gercekten sizin tas kavraminizi merak ediyorum ilker bey… size 3. siniftayken sadece bir imza attim diye, ki okulda ingilizce, fransizca, almanca gibi secmeli dersler varken sadece anadilim de secmeli ders olsun ve isteyen sadece isteyenler bu dersi alsiin diye okuldan atildigimi anlatiyorum siz hala bana tasin altina elini sokmaktan bahsediyorsunuz.
rektörlügün yaptigi aciklamada imzasini geri cekenler okulda kalabilir ama cekmeyenler okuldan atilacak denildi bazilari cekti, okulda kaldi bazilari cekmedi… mahkemeye gitmeyi düsünecek kadar beynimiz bizimde var ama genede sagolun nasihatiniz icin yanliz bizim degil avukat tutacak ögrenci halimizle kadiköy-besiktas vapuruna binipte taksimde bi cay icmeye gidecek paramiz yoktu….
aaaa ama pardon insanlar ucak dogaya zararli diyerekten bisiklet ile 4 haftada türkiyeye geliyorlar degil mi? tabi bende kartaldan taksim`e e-5 karayolu üzerinden 4 haftada varabilirdim ama haklisiniz ben elimi tasin altina sokmak yerine kacmayi tercih ettim…. kacmak… nereye? kacacak delik kaldi mi ki????
Türkiye de kalip hakkini aramaktan bahsediyorsunuz anlasilan hic polislik olmadiniz siz umarim hicte olmazsiniz….
Peki Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu düzeltmek için ne yaptınız? Üniversiteden atıldıktan sonra mahkemede hakkınızı aradınız mı? Türkiye’de birşeylerin değişmesi için elinizi TAŞ’ın altına soktunuz mu ya da sokmayı denediniz mi?
Yoksa ne haliniz varsa görün diyip Almanya’ya mı gittiniz?
Yukarıdaki Sibeli tanımam etmem ama tesadüf olmuş. Ayın 23’ünde yazdığım yorumu tescil ettiği için teşekkür ederim.
Istanbulda büyüdüm ve üniversite okudum sadece anadilim üniversitede secmeli ders olsun diye imza attigim icin kamu yönetimi 3. sinif ögrencisiyken okuldan atildim. Berlin de ablam ve abim oldugundan dolayi almanya vizesine basvurdum kardeslerim orda olmasina ben sadece dil vizesine basvurmama ragmen cok zor vize aldim… Ve berlinde üniversite ye gittim o yüzden burdaki kosullarini yani avrupa nin, avrupalinin, theo’nun kosullarini iyi bilirim.
Kesinlikle elinde türk pasaportu olan birisi ile karsilastirilamaz… o yüzden öyle bos keseden naval atmamaninizi ve sanki bizim hayallerimiz icin mücadele etmek yerine karamsarlik yapmayi tercih ettigimizi ima etmeyin…
Dostlukla, sibel.
Az önce bitirdiğim yazıdan sonra gayet sebepsiz bir şekilde Fikir Atölyesine bir girip bakayım dedim ve aynı konu hakkında yazdığımızı görünce şaşırdım ve sevindim.
Güzel yazı, insanları sadece düşünmeye bile sevk etse misyonunu tamamlamıştır bence.
Tam da vazgeçmeleri, yola çıkmaları, engelleri, engelleyenleri düşünürken yana yakıla, korkakça bahaneler üretirken kendi kendime; nasıl içime işledi Theo’nn söyledikleri, sizin cümleleriniz. Teşekkür ederim…
Aslında hayatlarımızı da ideallerimizi gerçekleştirmek uğruna yaşamıyor muyuz? Bütün limitlemelerimiz de daha güvenli bir yaşam ortamını oluşturabilmek için olsa gerek. Ya da hepimiz çok mükemmelliyetçi davranıp herşeyi erteleme peşindeyiz.
Hayatımızın ana noktası mutluluk ise onuda bulmak için çok uzaklara gitmek gerekmiyor aslında. Farklı yönleriyle her gün ama her gün yaşamımıza bakıp oluşturduğumuz kısır döngüyü değiştirmeliyiz :)
Cengiz bey’in daha önceden sitesinde yer verdiği bir yazıyı paylaşmak istiyorum sizinle benim aklıma ilk gelen bu öykü olmuştu Tunç’un yazısını okuduğumda. “Balıkçı ile yaşlı iş adamının öyküsü” Okuyanlar içinde Gabriel Garcia Marquez – Kolera Günlerinde Aşk’ı hatırlatmak isterim. Ayrıca filmi de 2007 yılında mart ayında vizyona girmişti…
Buna benzer bir hikayeye de ben tanık olmuştum.
Bir göz merkezinde bilgi işlemden sorumluydum. Merkez içerisindeki en yüksek maaş alanlardan biriydim ama ay sonunu getiremiyordum. Önceki işimden aldığım maaşın yarısı kadar olan maaşa bir süre katlanmak zorunda kalmıştım. (2001 krizi vardı) Bir sevgilim vardı ve ayrı bir eve çıkmayı planlamak istiyordu. Ben ise cesaret edemiyordum. Çünkü aldığım maaş ay sonumu getiremiyordu ve korkmuştum.
Merkeze bir sağlık personeli alımı gündeme geldi ve Amasyalı bir arkadaş gelip işe talip oldu. İyi ve içten biriydi. Sadece konuşması İzmir’e göre biraz bozuktu. İşe başlayan ve benim aldığım maaşın yarısını alan arkadaşım önce bir ev kiraladı. Ev okadar kötüydü ki bir gün kulağını kemirmeye çalışan bir faresi bile oldu. Sonra bir çekyat aldı ve sonra bir televizyon. Aldığı tüm parayıda bunların taksitlerine veriyordu neredeyse.
Ben ona bakıp helal olsun diyebiliyordum sadece. Standartlarını yükseltmeye çalışıyordu ve sabretti. Konuşması da epey iyileşmişti. Şimdi evlendi, yeni bir araba aldı ve şimdi güzel bir evde ve semtte oturuyorlar.
Ben ne mi yapıyorum? Ben de durmadım tabi ama bu bana iyi bir örnek oldu hayellerimi gerçekleştirmek için.
İşimden giderek daha çok soğumaya başladığım böyle bir dönemde, kafamdaki soru işaretlerine öyle iyi geldi ki bu yazınız ve o genç.
Ondan sadece 4 yaş büyüğüm, isteklerimi gerçekleştirmek için aslında hiçbir engelim yok, beynim dışında. Ne zaman yeniden cesaret edersem yaşamımı değiştirmeye, o zaman daha mutlu bir insan olacağım.
Çok teşekkür ederim size :)
yazınızı okudum ve 10 dakika düşündüm.
verilen mesaj çok güzel fakat bunu bir senaryo olarak ele alırsak türkiye versiyonu çekilmesi mümkün değil.
bir defa toplumun genel ahlakı dedikleri hadise var… bizde aileni bir kız için terk edeceksin sonra da dönebileceğin bir ailen olacak, bu zor.. zaten türk aile yapısında yetişen biri serbest düşünmekten ziyade ılımlı düşünür, şartları ve seçenekleri kabullenir, kendisince eniyi olanı seçer, kendisine sunulan seçenek ne kadar fazla olursa olsun özgürlük değildir.
ne zaman özgür olur =işi ve kendi ailesi olunca şartlandırıldığı ezberi bozarsa artık o saatten sonraki özgürlüğü de ancak çocuklarına yarar.
theo belki iki nesil sonra bu sinemalarda.
analizi yapan arkadaşa kısmi olarak katılıyorum yanlız bu ülkede herkes aynı yaşam tarzını sürdürmüyor, bizim de theo’larımız vardır illaki, ancak genel olarak bakmak gerekirse bizim aile bağlarımızın diğerlerinden (gelişmiş ülkelerden) daha farklı olduğu için bu cesaretsizliğin yaşandığı kesin…
en basitinden 18’inde evden ayrılıp çalışmaya başlamıyoruz, o kadar da ”free” değiliz ve/veya alışkın değiliz..
ilk olarak şunu söyleyebilirim. Yurt dışına çıkan her Türk’ün anılarını anlatırken taksi şöforlerini çok ilginç bir gözlemmiş gibi anlatması bizde vazgeçilmez bir gelenek haline geldi. Merak edenler bundan sonra okuyacakları seyahat yazılarında doğruluğunu test edebilirler.
İkincisi emin olun ki Theo ile aynı şartlara sahip yurdum insanı macera ruhu olarak bu Fransız gencini sollar geçer. Esasında bu genç İspanya’da Fransız vatandaşı olarak değil de Türk vatandaşı olarak çalışmayı deneseydi, ülkesi ile Fransa komşu olmasaydı da ülkesi binlerce km. uzakta olsaydı, ailesinde kendinden başka yarım düzine kardeşi daha olsaydı ve onların da ihtiyaçları için ailesine maddi katkı yapmak zorunda olsaydı, ayrıca bir de dil problemi olsaydı o zaman bu hikayeye gıpta ile bakabilirdik.
bu arada film gerçek hayattan alıntıdır.
Çok güzel bir yazı olmuş.
Ama işin şöyle bir boyutu da var: Ağaç yaşken eğilir. Türkiye’de “yaşken” alılan eğitimle (bu her türlü eğitim olabilir: akademik, aile vb.) büyüyen gençler “sorgulayan” değil de “itaat eden” oluyorlar.
Elbetteki bu sığınılacak bir bahane değil ancak böyle insanların hayata bakış açılarında aldıkları eğitimin de etkisi olduğunu düşünüyorum.
Yazıyı okuduktan sonra, başımı havaya kaldırıp tavanı izleme ihtiyacı hissettim. Böyle daha iyi düşünüyorum heralde, yapmak isteyip yapamadıklarımızın sebebi erCan arkadaşımızın dediği gibi biraz cesaret sanırım.
Tunç ağabeyden de arada bir, yeni düşünce ya da fikirlermizi uygulamaya geçirebilmemiz için cesaret konusuna değinmesini istiyorum.
Saygılar.
Yine harika bir keşif ve harika yorumlarla harika bir yazı olmuş. Ellerine, yüreğine sağlık Tunç ağbi.
Ben Theo gibi insanları gördükçe duydukça her zaman sanki kendi yakınlarımmış gibi gururlanmışımdır. Mesela geçen yaz İngiliz bir Turisti misafir etmiştim bir geceliğine. Kendisiyle epey sohbet ettik. İngilterede okuduğu üniversite kendisine bir ödev vermiş sanırım. Kendisinden belirli ülkeleri dolaşmasını ve gözlemlerini yazmasını istemişler. Okul tüm masrafları karşılayacağını söylemiş.
İngiliz misafirim, bu geziyi uçakla yapacağını öğrenince karşı çıkmış ve okuldaki yetkililere sözü şu olmuş; Hayır uçakla gitmek istemiyorum çünkü uçak havayı kirletiyor.. ve henüz 21 yaşında olmasına rağmen bu düşünceyle bisikletine atlıyor ve tam 4 haftada Türkiyeye geliyor.. İstanbul’dan sonraki rotası ise Yunanistan… Düşünebiliyo rmusunuz? Nasıl bir azimdir bu? Bizimkiler olsa öyle sanıyorum ki Edirne-Bulgaristan sınırına varmadan geri dönerlerdi.
Neyse söylemek istediğim şu; Söylediklerinde sonuna kadar haklısın Tunç ağbi. Keşke herkes Theo kadar ya da benim misafirim kadar azimli olabilse..
Bu harika yazıların devamını dört gözle bekliyorum..
Dostlukla…
Türker Cansız
İddia dolu attığın mail’de neredeyim diye sorduğunda sanki benimle aynı mekandaymış da beni görüyormuşsun gibi yazmıştın, Barça’da olabileceğin aklıma bile gelmezken şaşırtmalı cevabın geldi. Beklediğim gibi Tunç Kılınç her zaman ki gibi ders çıkartıcı, öğüt verici, paylaşımcı kalemiyle yaşadıklarını bize aktardı.
Theo’ya gelince, tebrik ediyorum kendisini. Ne güzel şeyleri başarabiliyor, dediğin gibi “Olmazı ‘olmaz’ yapan sadece bizleriz. Yeter ki isteyelim.” Ayağına, kalemine sağlık.
Kal sağlıcakla. :)
Keşke bu satırları en ufak engelde pes edenler, karamsarlığa düşenler okusa. Karamsar olmak için ota b.ka bahane edenler okusa…
Güzel bir gezi ve güzel bir yazı olmuş.
Okudukça insanın bazı şeylere isyan edesi geliyor, ama sadece o kadarını yapabiliyoruz. Cesaret edememekten mi, her şeyden yakınmaya, mızmızlanmaya alıştığımızdan mı zor geliyor bize bilmiyorum ama olmuyor yapamıyoruz işte bir türlü, bunun için de bize sadece Theo’ya imrenip helal olsun be çocuğa demek kalıyor :)
Son olarak Tunç abi verdiğin video linki açılmıyor malum : Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi?.. İsyan edesi geliyor gene insanın ama sadece o kadar :)