Duymuşunuzdur, pazarlama uzmanları bir ürün veya servisin satış ve pazarlama stratejilerini çalışırlarken 4P, 5C gibi kısaltmalar kullanırlar. Pazarlama üstadı Amerikalı ağbilerimiz ürün, fiyat, dağıtım ve tanıtım için “4P” (product, price, place, promotion) veya firma, iş ortakları, müşteriler, rakipler ve ortam anlamına gelen “5C” (company, collaborators, customers, competitors, climate) gibi kısaltmaları kulllanmaya bayılırlar.
4 p’ler zamanla beş, 5 c’ler ise altı c olur! Kim bilir belki 7Q çıkmıştır bugünlerde, takip etmek zor! Keşke pazarlama denen şu illet bu formüller kadar basit olabilse.
Bence pazarlama, özde; karşındakinin var olan veya var olduğu zannettirilen bir ihtiyaca yönelik kendi ürün veya servisini sürekli satabilme becerisi. Bu “zannettirme” kısmı önemli. Üstelik sadece ihtiyaçlar için değil, her şeyde.
En kaliteli, en iyi, en ucuz veya verdiğin paranın en fazla karşılığını alacağın, en kolay bulabileceğin, en en en… Herkes de sürekli ve aynı anda “en” olamayacağına göre, birileri yalan söylüyor. En iyi yalan söyleyen de maalesef en iyi pazarlamacı oluyor. Bu yüzden olsa gerek [zamanında o tayfadan olan ben] bugünlerde “pazarlamacılar yalancıdır” diyorum, onlar da kızıyor bana!
Şimdi bu yazı nereden çıktı?
Geçen pazar Yeniköy Emek Cafe‘deydim kahvaltı için. İstanbul’un boğaz kenarındaki en eski kıraathanelerinden biri. 40 seneyi aşan bir mazisi var. Tabii ki uzun yıllardır adı artık “cafe.”
Geçmişte;
sahip olduğu eşsiz boğaz manzarası, birden sizi sırılsıklam edebilen dalgaları, tekneleri,
beklemeden bir masa bulup, saatlerce rahatsız edilmeden gazetenizi okuyabildiğiniz,
masanıza konup, sizle birlikte kahvaltı yapan serçeleri,
50 yıl öncesinin Hayat Dergisi arasına sıkıştırılmış uygun fiyatlı menüsü,
insanı içine çeken salaşlık, nostalji duygusu,
uğruna şiirler yazılan,
eşsiz sahanda yumurtası, menemeni,
tepenizde sizi güneşten koruyan doğal asmaları,
hemen kenarında kabaklı börek ve portakallı kurabiye satan sevimli amcası,
dışarıdan getirdiğiniz yemeklere ses etmeyen orta yaşlı, göbekli, ilginç esprili garsonları,
Maslak İTÜ öğrencileri için kantin görevi görmesine rağmen tikisi, sosyetesi, rumu, ermenisi, lazı, akademisyeni ve fukarasi ile her kesimden müdavimi olan bu mekan,
Şimdilerde;
İstinye’ye taşınan borsa (İMKB) ve Maslak çevresi plaza çalışanlarının doluştuğu,
önce asmaların gidip tentenin geldiği, sonra tentenin gidip cam tavanın geldiği ve üzerine asmaların konulmaya çalışıldığı,
fiyatların artık ucuz olmadığı,
garsonlarının sevimliliğinin artık tartışılabileceği,
kurabiye satan amcanın olmadığı [duyduğum kadarıyla maalesef vefat etmiş]
dışarıdan yiyecek getirilemeyen,
etrafınızda masa bekleyen insanlarla göz göze gelmemeye çalıştığınız,
öğrencilerin azalıp piyasa yapanların doluştuğu, salaş görünümlü modern bir “cafe” oldu.
Ve burası şimdi eskiye oranla çok daha fazla talep gören, tahminimce çok daha fazla ciro yapan bir mekan konumunda. Geçen pazar erken gittiğimiz için 10 dakika bekleyip bir masaya oturan biz, 45 dakika sonra kalktığımızda bekleyenlerin neredeyse 10 metrelik bir kuyruk oluşturduğunu görüp hayrete düşmüştük.
Değişmeyen tek şey neredeyse manzarası. Ve doğal tarihi yerine kılıfına uydurulmuş da olsa, nostaljik bir mekanda olduğunu hala biliyor olmanız.
Bence;
– Yemekler vasat. [Kötü değil ancak sonradan anlatacağınız, damağınızda kalan bir lezzet yok.] – Fiyatlar ucuz değil. [Boğazda gidebileceğiniz diğer mekanlarla yarışır durumda.] – Servis kalitesi iyi değil. [Pek de umurlarında değil gibi.] – İlgi alaka zayıf. [Boş masa varken bile sizi yönlendiren yok.] – Etrafınız piyasa adamları ile dolu. [‘Emek Cafe’deydim demek kişisel markı algınıza katkı sağlar duruma gelmiş.]
İlginç olan ise; içerisi tıklım tıklım, dışarıda 10 metre kuyruk. [Üstelik servis, fiyat, lezzet ve hatta benzer manzaraya sahip birçok mekan ramazan ayında sinek avlarken.]
Şimdi allah aşkına bir pazarlama düşünürü bu başarıyı bana 4W, 7G gibi bir formülle açıklayıversin!
Yorumlar 37
:)
Şirketim Yeniköy’de. Dolayısı ile haftada 3 gün öğle yemeğimi yediğim bir mekan Emek Cafe…
O kadar çok yorum yapılmış ama.. Anlamadığım, ne pazarlaması ve neden ihtiyaç olsun böyle bir mekanda pazarlamaya? Zaten sadece oradaki “esnaf” ve bankalarda & diğer şirketlerde çalışan memurlar emek cafe’ye gidip öğle yemeğini yese, orada yer bulmak zor olur.
Bu kadar basit bir ihtiyacı gidermek için bir yer orası. Boğaz kenarında kahvaltı yapmak isteyen, yeniköy’de çalışan insanlar için bi yer… Çok temel bir ihtiyacı görüyor. Yeniköy’deyim, açım, yemek yemek istiyorum, yemek yerken boğazı seyretmek istiyorum.
El cevap : Emek Cafe.
High Brand Loyalty diye açıklasak=). Bu brand loyalty’nin de word of mouth aracılıgıyla oluştugunu söylesek. Ve bu iki terimin (brand loyalty ve word of mouth) reklama dayalı oldugunu söylesek ve reklamın da pazarlamanın 4Psinden Promotion’a ait oldugunu söylesek belki kind of açıklamış oluruz. 4P kucuk bi kavram değil açmak gerek o 4P yi sadece 4tane P harfi anlamına gelmez o 4P ama gerektiğinde de 7P ye çıkıverir valla (3p for service brands: People, Process, Physical evidence).
Bence pazarlama, özde; karşındakinin var olan veya var olduğu zannettirilen bir ihtiyaca yönelik kendi ürün veya servisini sürekli satabilme becerisi. Bu ?zannettirme? kısmı önemli. Üstelik sadece ihtiyaçlar için değil, her şeyde.
En kaliteli, en iyi, en ucuz veya verdiğin paranın en fazla karşılığını alacağın, en kolay bulabileceğin, en en en? Herkes de sürekli ve aynı anda ?en? olamayacağına göre, birileri yalan söylüyor. En iyi yalan söyleyen de maalesef en iyi pazarlamacı oluyor. Bu yüzden olsa gerek [zamanında o tayfadan olan ben] bugünlerde ?pazarlamacılar yalancıdır? diyorum, onlar da kızıyor bana!
tamamen katılıyorum. zihinde kalite algılaması yaratma diyoruz buna.
pisikoloji de çok önemli tabi.
Pazarlama diyorsunuz fakat pazarlamadan etkilenen kitleyi detaylı olarak gözlemlemiyorsunuz. Birincisi genel olarak Türk Halkı soru sormayı ve sorgulamayı sevmediğinden dolayı koyunlara benzer tepkiler vermekte. Çok mu sert oldu?
Olaya biraz daha dar boyuttan bakalım.
Eskiden bu kahvehaneye kimler gidiyordu şimdi bu cafeye kimler gidiyor?
Şimdi tekrar Halkımızın davranışlarına geri dönelim. Bu halkın psikolojisini bir hücreye benzetirsek, hücre çeperi korkunç derecede güçlü fakat içeriside acayip derecede zayıf. Yani sizin içeri girip onları yönlendirmeniz, sadece hücre çeperini delmenize bakıyor. Bunun da en kolay yolu, markanızı (virüsü demek istemiyorum ama davranışlar çok benziyor :D) ilk çıktığında güçlü ve güvenilir şekilde mümkünse bonkör davranarak insanların kafasına yerleştirmek (hücre çeperini geçmek).
Daha sonrası ise çok basit. Bir kez içeriye geçtiniz mi zaten zayıf (sorgulamak yok) olan içerisi, direk size teslim oluyor. Bundan sonraki evrede yavaş yavaş kalitenizi düşürseniz bile yönlendirme gücü hâlâ sizde kalıyor.
Ve son…
Virüslü hücreler bölünüyor, dağılıyor ve heryeri etkiliyor. Bu size tanıdık geldi mi?
Cevap: WOMM
Ama ben bu olaya WOMM demeyi fazla uygun bulmuyorum, çünkü WOMM ile markanın iyi yanlarının aktarılması olarak gerçekleşmesi gerekirken bizimkiler sadece kötü yönlerden bahseder. Yukarıdaki olaya ben daha çok Koyun Efekti yok yok Sheep Effect diyeceğim. Çok daha havalı duruyor değil mi ?
Not: Biyolog, sosyolog ya da psikolog değilim. Konuda geçen kafeye hiç gitmedim. Ben sadece gözlemciyim. Genel olarak insanlarımızın çok daha fazla soru sorması gerektğini düşünüyorum. Soru sormadıkça tavır koymadıkça o güzelim mekanlar kalitesiz insanların eline geçiyor ve diğer işletmeciler de bundan güç alarak (nasıl olsa kimse bir şey demiyor) piyasayı kalitesizleştiriyorlar.
Saygılarımla.
Hala eski halini devam ettiren Çengelköy Çınaraltı Cafe’yi tavsiye ederim. Süper baba dizisinde Fiko’nun kahvesi olarak da TV de görmüşsünüzdür. O zaman nasıl gördüyseniz hala da öyle.
Ben de bir İTÜ lü olarak çok uzun zaman Emek cafeye gittim, çok anılarım var. Ancak Emek cafede bozulma çoook önceleri başlamıştı zaten. Sonuçta bu duruma gelmesi kaçınılmaz idi. Kurumsallaşıp çağa ayak uydurayım derken geleneksel tadını kaybetmek bence çok anlamsız. O zaman da iyi bir cafe olursunuz ama kimliğinizi ve kültürünüzü kaybetmiş olarak. Artık Emek Cafe değilsinizdir.
Yine bu konuda eklemek istediğim bir konu ise sigaranın pazarlanması olacak. Dünya üzerinden “hür irade” diye bir olgu varken neden durdurulduğunu anlayabilmiş değilim.
Bu demek değildir ki “sigara pazarlansın, küçük küçük çocuklar içsin”, söylemeye çalıştığım sadece pazarlama kavramının paradigmal bir düzen içine sıkıştırmanın anlamsız olduğu.
Ve bir pazarlama stratejisi eleştirilirken neyi pazarladığından ziyade nasıl pazarladığın kısmı olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü zaten neyi pazarladığın kısmı fizibilite tarafından önceden belirlenmiş, fiziksel varlığı ortaya konmuş bir olgudur. Bu noktadan sonra pazarlamanın verimliliği ve performansı devreye girmektedir.
Pazarlama kavramına kutsallık anlamlarının yüklenmesini gerçekten anlayamıyorum. Bu bence tamamen opsiyonel ve kişisel bir tercihtir. Sektörel bağlamda değerlendirirsek bu konuda etik olmak tamamen göreceli olmakla birlikte amaç aynıdır “insanlarda ihtiyaç hissi uyandırmak”.
Neden pazarlanan şey kaliteli olmalıdır?
Neden pazarlanan şey tamamen zararsız olmalıdır?
Eğer ki bunları “evet olmalıdır” biçiminde cevaplıyorsanız, lütfen bu bağlamda Coca Cola’nın pazarlaması etik değil iken herhangi bir sütün pazarlaması etik midir sorununun cevabını vermek gerektiğini düşünmekteyim?
Aslında çoğu kez biliriz gittiğimiz mekanın servisinin düzgün olmadığını ya da fiyatlarının pahalı olduğunu, yani genel olarak kalitesinin düşük olduğunu ama işte zaten pazarlama da bu değil mi?
Önemli olan kalitesi yüksek olan malı satmak değildir, önemli olan güzel bir ambalaj ile düşük kaliteli malı satabilmektir. Pazarlamanın genel mantığı bu değil midir?
Pazarlama iletişimi, pazarlama uzmanlığı, pazarlama stratejileri konusundaki yazılarımdan en az birini okumuş olan herkes bu konuda ne düşündüğümü ve nasıl inançsız biri olduğumu üç aşağı beş yukarı bilir.
Bu konuda da farklı bir şey söylemeyeceğim ama bir iki ana noktanın altını çizmek istiyorum:
McDonald’s ın ünlü patronu başarısının sırrı sorulduğunda çoğu kez aynı cevabı verir: “location, location, location!”. Yani doğru yer. Emek ‘Cafe’ şehrin zaman içinde geçirdiği dönüşümden dolayı doğru yerde oluvermiş.
Ama bu kez bence daha önemlisi bu doğru yerde bulunma (jeopolitik üstünlük?) anı geldiğinde bu kahvenin çoktan (onlarca yıldır) güven oluşturmuş bir yer olması. Servisi, güleryüzü, çalışanlarının zırt pırt değişmemesi (garsonların çoğu yıllardır orada, bazıları onyıllardır orada), vs… bunlar hep süreklilik, güven, oturmuşluk meselesi.
Konuya bu açıdan bakmak lazım. Zaten uzun zamandır güçlü olan bir yerin şehirdeki değişimlerden ortaya çıkan bir avantajı tereyağından kıl çeker gibi kullanabilmesidir bu.
Aynı şey Bebek Kahve için de geçerli.
Bu yorumum Yasemin’e,
Siz yoruma bu sekilde basladiginiz icin ayni yaklasimi dogru buldum :)
Ben yukaridaki Emek Cafe örnegini pazarlama iletisimi ve pazarlamacilar yalancidir yaklasimlari perspektifinden degerlendirmis ve yaziyi da ufak bir espriyle sonlandirmistim. Ne mutlu sizi biraz olsun gülümsetebildiysem.
Amacim yazida da belirttigim gibi akademik bir tartisma yerine, Emek Cafe olayinin güzel bir WOM örnegi oldugundan bahsetmekti ve sadece benim bakis acimi gösteriyordu. “Emek Cafe pazarlama yapmis midir?” cümlesi yorumunuza konu olurken bütünü iskalamissiniz gibi geldi biraz :)) (kastettigimin iletisim oldugu oldukca asikarken üstelik) Okumak ve anlamak arasinda büyük fark vardir diye düsünüyorum.
Ben yazimi yazarken kendi fikrim oldugunu belirten “bence” gibi yaklasimlarda bulundum, ancak siz oldukca keskin cümlelerle “olusturur, yapar, yapmaktadir” demekte ve ögreten Hanim edasiyla yaklasmaktasiniz. Bu bir tarz meselesidir ve sizde de ilerleyen yillarda düzelir diye tahmin ediyorum.
Ayrica, bir kisiye hitabete nasil basladiysaniz o sekilde bitirmenizi tavsiye ederim. Siz diye basladiginiz yazinizi da sen diye bitirmen(!) ilginc olmus. Bu durumda size de bir kitap önerirsem diger yorumculari da gülümsetebilir miyim acaba :))
Saygilarimla.
Gürhan Bey, bahsettiğiniz şey, yaşadığımız dünya küreselleşmeden birgün önce kapitalizm tarafından öldürüldü sonrasında ise ütopik hikayelerin efsanevi kahramanı oldu. Onu, yüzlerimizde sıcak bir gülümsemeyle anıyoruz…
Acı ama gerçek…
Reklam yazarı olmak isteyen biri idim ama şimdi tekne ve depo üreten bir firmada pazarlama elemanı olarak yetişiyorum. Yetişiyorum diyorum çünkü ne pazarlama ile ilgili bir eğitimim var ne de tekne ile ilgili bir bilgim. Hergün öğlene kadar internette ürettiklerimizi nasıl pazarlarız diye uğraşıyorum ve öğleden sonraları da atölyeye gidip tulumları giyip üretimin nasıl yapıldığını gözlemliyorum. Gelen müşteriler ile kurulan diyaloglara şimdilik pek katılmıyorum. İş bölümüze göre arkadaşlarım üretecek ben satacağım ama satacağım şeyleri neden, kime, nasıl satacağımı zamanla öğreniyorum.
Küçük satışlar ile başlamayı ve ileride motor yat denilen çok para kazandıran aracı satmayı hayal ediyorum. Ben de biliyorum ki piyasadaki “en iyi” tekneleri şimdilik biz üretmiyoruz ve ben ” en iyi ” satış elemanı değilim. Ama hedef kitle denilen kişileri biliyorum çünkü ben de bir başka satış elemanının hedef kitlesiyim! Ve en çok da bu yüzden kendime yapılmasını istemediğim bir şeyi başkasına yapmamaya çalışıyorum. Bir pazarlamacının dürüstlüğü çalıştığı şirketin dürüstlüğü ile doğru orantılı bence. Satıcının doymak bilmez bir açlıkla satış yapmasını bekleyen patronlar satıcılardan daha suçlu değil mi? İyi ve dürüst pazarlamacıların olduğunu düşünüyorum çünkü iyi ürünler çıkaran ve normal bir kar oranı ile yetinen patronlar da olmalı bu dünyada.
Belki sizin gittiğiniz kafe çok para kazanmayı değil de mekana gelenleri mutlu etmeyi amaçlasa idi eski asmalar, serçeler, uygun fiyatlar kalabilirdi. Ama demekki patron daha çok para kazanmak istemişki pazarlama elemanları da ona göre yöntem geliştirmiş ya da zengin müşterilere satış yapmayı ve onlara göre mekanı dönüştürmeyi seçmiş. Buna alet olduğu için sadece pazarlamacıları suçlamak bence yanlış. Bazı pazarlamacılar da patronların isteklerini sorgulamadan sadece yerine getirmeyi iyi biliyorlardır. Bütün pazarlamacıların da devrimci olmasını beklemek sanırım ütopyalarda gerçekleşir :)
P’ler C’ler terminoloji oluşsun da, üstüne yazılabilsin, çizilebilsin diye iyi niyetliler tarafından kodlanıyor, ama sonra ağızlara sakız oluyor. “IT” camiasındaki kısaltmaların yanında masum kalır pazarlamadakiler.
Eğer bir pazarlamacı ürün tarafını eksik bırakıp (bilenler Product’ın P’si diye düzeltebilirler, farketmez), gemisini P’lerin geri kalanı ile götürmeye çalışıyorsa, o zaman yalancıdır denilebilir.
Şimdi sizin bu Emek Cafe’nin yüzey ölçümü sınırlıdır. Eğer bu sınırlı alanda, daha iyi dekorasyonla, daha fazla reklamla, daha iyi servisle, daha lezzetli yiyecekler sunabilseydi o manzarada, daha üst gelir düzeyine hizmet vererek daha çok kar elde edecekti. O zaman diyecektik ki, burnu kalktı, eski nostaljisi, tadı kalmadı. Gitmeyecektik, bu noktada yalnızca hedef kitlesinden çıkmış olurduk öyle değil mi? Kime kaç paraya ürün satacağına karışamayız.
Ama şimdi siz kötü yemeklerden, başkaları da birbiri içine girmiş masalardan söz edince, bu yaptığımız kötü kulaktan kulağa pazarlama oldu. Emek Cafe’nin varsa pazarlamasına eksi puan yazıldı. Yalanı er ya da geç ortaya çıkar ve işleri bozar.
Herkes her şeyin en’i olamaz, bence “iyi pazarlamacı”, kimin neye ihtiyacı olduğunu ve şirketinin ne sunabileceğini en iyi anlayan, sonra bunu yaptıran (burada işler karmaşıklaşıyor) ve sattığının gerçekte ne olduğu doğru ve hedef kitlesinin anlayacağı şekilde anlatmayı becerendir. Bir elçidir, arabulucudur. Bundan gerisi yalancıdır.
Bilmiyorum, benim beklentilerim mi yüksek?
yaklaşık 2 yıl öncesine kadar tam 4 yıl o bölgede çalıştım.
4 yıl boyunca her sabah aksatmadan emek cafe’de kahvaltı ettik.
biz de farkındaydık emek’in ekonomik olmadığını hatta bunu orada kahvaltı ederken konuşuyorduk.
“ya bunlar bizi kazıklıyorlar dimi hülya?”
“evet kazıklıyorlar”
ama işte orada farklı bir atmosfer var, hani bazen kelimeler kifayetsiz kalır ya işte öyle birşey… belki de yukarıdaki yorumlarda yazıldığı gibi alternatifsizlikten olabilir ama her nedense ben orayı çok severdim, her sabah da giderdim. veysel abi vardı orada, hala durur mu bilemem, onun biz konuşurken neredeyse sandalye çekip oturacak kadar konulara dalışı bazen beni çileden çıkarsada o olmadığı zamanlarda da nerede bu adam diye bakınırdım…
dedim ya orada farklı bir atmosfer var… pekçok olumsuzluğa karşı yinede gidiliyor, hala kalabalık.
emek kafe artık bir marka olmuş. olana kadar neyi nasıl yaptığı hepimizin bir zamanlar şöyleydi böyleydi dediği yazılarda/konuşmalarda geçiyor. o zamanlar belki manzarası serçesi adaçayı börtü böceği için gidilirdi ama artık emek’in tercih edilmesinin sebebi sadece marka olması. yoksa işletme kötü, servis çoğu zaman kötü, ortam küçük, yan masada konuşulanlar sizin masanızda konuşuluyor gibi, dipdibe oturuyorsunuz falan filan… ama gidin yer yok bir de kuyruk var :)
aslında bu durum belki de bir alışkanlık…. doktorların alışkanlıkları gibi… malum hergün yeni bir ilaç çıkıyor ama onların “el alışkanlığı” dedikleri bir olay var bildiklerinden şaşmazlar, daha iyisi vardır ve kendi reçete ettiğinin pekçok yan etkisi vardır hastaya ama asıl tedavi edeceği endikasyona/hastalığa iyi geliyordur yan etkilerini düşünmez ve yine bildiğini yazar… el alışkanlığı derler onlar buna… vazgeçirmek zordur onları.
ya da ilişkiler gibi işte, aslında bitiyor birşey kalmıyor ama alışkanlık var hani efeler gibi alıp başınızı gitmek kolay olmuyor… herşeyi biliyorsunuz farkındasınız ama olmuyor işte…
böyle işte… kazıklıyorlar ama gidiyoruz…
Gerçekten yapılan bu yorumlar bana çok enteresan geldiler. Bahsettiğiniz mekanı hiç görmedim ve hiç gitmedim, İstanbul’da dahi yaşamıyorum. Ama karşımızda oldukça rutin ve olağan bir model var. Değişimin getirdiği bir model. Eğer ki soru “Burada pazarlama yapıldı mı? ise, bilerek ya da bilmeyerek alenen yapılmıştır ve duygusal bir projeksiyondan bakmadığınız müddetçe oldukça başarılı bir pazarlamadır.
Ürün ve yer (P1, P3) zaten ortada bundan ziyade marka kavramıyla tam olarak örtüşmese de yılların getirdiği bir bilinilirlik var. Fiyatlardaki (P2) değişim kitleyi değiştirmiştir ki gayet yerinde bir karardır. Üstüne üstlük “pahalı yer, kaliteli yerdir” hipotezinin manipulatif etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Çünkü kitle bu bireyler ise bu bireylerin kafasında “benim sosyo-ekonomik seviyemde insanlar gelecektir” gibisinden bir cemiyet mantığı oluşmaktadır ve kar amacı güden bir işletmek için gerçek kazandıran kitle de bu kitledir.
(Şahsen kendim bile şirketim için yaptığım pazarlama stratejilerimde yine manipulatif etkiye sahip olan promosyon yöntemini kullanırken imkanım olsa dahi abartmamaya özen gösteren bir insanım, çünkü şirketimin rakiplerinden daha fazla promosyon yaparsam pahalı bir sektöre hizmet verdiğimiz için asıl kitlemiz tarafından dışlanabilme riskini gözönünde bulundurmak durumundayım.)
Kazıklanmak kavramı ise yukarıda tamamen yanlış ele alındığını düşünüyorum, çünkü kazıklanmak göreceli bir kavramdır. Her bireyin, bir üründen beklediği ve aldığı fayda farklıdır. Ve bu faydanın bir numaralı kriteri ise gelirdir.
Sonuç olarak bu tarz radikal bir değişime gidilirken müşterilerin (C3) beklentileri ve rakiplerin (C4) pazardan aldıkları payı gözetmemek aptallık olur. Bu pastadan olabildiğince büyük pay almak ise her ticari kuruluşun yegane idealidir.
Bunların yanısıra, tüm jenerasyonlar değişir, bir sonraki jenerasyonlar gibi düşünemezler bu açıdan bakamazlar ve eskiyen jenerasyon kendinden sonraki jenerasyonu “dejenere” olarak tanımlar, bahsettiğim bu kısım ise yukarıda yaşadığımız duygusallığın açıklamasını oluşturmaktadır. Şöyle ki bundan XX sene sonra -hala açık olduğunu varsaydığımız- bu yerin şu anki müdavimlerinden olan birisi “ah ah, eskiden….” diye başlayan cümlelerle betimleyeceğine inanmaktayım.
Sözün özü, bu mekan müşteri kitlesini bir anlamda dönemin gereksinimleri doğrultusunda güncellemiş ve alım gücü daha yüksek olan bir kitleyi hedeflemiştir netekim başarılı olmuştur.
Pazarlamanın tek “P” ‘si vardır, o da paradır!” bağlamında düşünürsek müthiş başarılı bir yol izlenmiştir. Bana burayı nasıl pazarlarsın diye sorsalar aynen bu tarz bir yolu seçerdim tek farkım ise kaliteyi sabit tutmak ya da maksimize etmek olurdu.
“Bana böyle bir yere gider miydin?” diye sorsanız cevabım “kesinlikle hayır” olurdu.
Her ne kadar yeni jenerasyonun üyesi olsam da rasyonel bir insan olarak bu tarz dejenere olmuş ortamlardan hoşlanmam ve -öznel olarak- alacağım fayda/maliyet (C/B) oranı düşük olacağı için kazıklanmak istemem :)
İşte en iyi pazarlama taktiğinin 1p, 1h, 1i, 1y olduğ kanıtlanmış oldu :)
Pazarlama Halk İle Yapılır …
Bence Yeniköy’de kahvaltı yapacak çok da fazla alternatif yok Tunç… Biraz bundan kaynaklanıyor… Ben Hisar çevresinde oturduğumdan Kale’yi ve Sade Kahve’yi tercih ediyorum… O civarda rekabet daha fazla… Biliyorsundur… Ve iyi ürün, iyi hizmet ve başarılı konsepti olan kazanıyor… (Örneğin, Sade Kahve)
Emek Kahve için belirttiklerine de katılıyorum… Tüketici olarak rahatsız oluyorum orada… Memur ruhlu garsonları beni itiyor… Yemekler de lezzetli olmayınca insan niye gitsin ki oraya… Bu arada arka masalardan da bir şey gözükmüyor :)
canım evrim sen neymişisin ya:))
Böyle tarihi geçmişi olan yerler bütün pazarlama teorilerini ıskalattırır.
Şaşırmamak lazım.
Bazen insanların kendisi kazıklanmak istiyor. Bu da bir ihtiyaç sanırım.
Gereklilikler boylu boyunca uzanmış dünyaya yenik düşmüş zamanlar kahredici de olsa bütün bunlar yaşanması gereken seyler belki de herzaman bir eski olacak eski bayramlar, biskivü asarı lokumlar :) kantinlerde satılan hamburger yerine ama bence bunlar da güzel eve dönüş yolculuğu gibi. Tekrar yaşamak daha mı iyi olurdu? belki de.
ama hatırlamak da güzel eski günleri. çok sevdiğim değerli Yasar Seyma’nın önerdiği okuyup çok da zevk aldığım kitabı ile Kürsat Başar baş ucumda müzik kitabındaki kahramanın dediği gibi tam anlatımlı olmayacak belki ama şöyle yazıyordu sanırım:
‘neden hatıralar hep bir tebessüm bırakır insanın yüzünde, en mutlu anlarımızı bile yıllar sonra tebessüm ederek hatırlarız, fotoğrafları sevmiyorum o yüzden…”
Bu yorumum Onur Özçelik’e.
“Emek Cafe kendisi pazarlama yapmış mıdır?” diye sormuşsunuz.
Eğer bir kafe sattığı yiyecek ve içeceklere (ürün) karar verip, menüde karşılıklarına bir bedel koyuyorsa (fiyatlandırma); duvarlarına astığı resimlerden tutun logosuna, menüye ve garsonların müşterilerle yaptığı konuşmalara kadar (iletişim) yönetim kendi elindeyse; bunların tamamı “pazarlama”nın bütününü oluşturur.
Dolayısıyla bilinçli veya bilinçsiz her ticari kuruluş pazarlama yapar. Emek Cafe’de yapmaktadır.
Sizin bahsettiğiniz WOM ise pazarlamada iletişimin (4 p deki promotion) bir parçasıdır sadece.
Ama yine de Tunç Ağbiye birkaç WOM kitabı okumasını tavsiye etmen gülümsetti beni :))
Pazarlama insan aldatma sanatı mı? Peki ozaman stratejik pazarlama ne? O da “insanı kandırmak”ın stratejik (tüm araçları etkin ve ilişkili kullanmak) bir şekilde yönetilmesi demek oluyor.
Biz toplum olarak gösterişe bayılırız (en inkar edeni bile bunu el altından yapar). Bunun da anlatarak kafanızı patlatmayacağım çook sebebi var. 60 senede kültürünü tepki vermez kökten batı toplumlarınınkilere tercih edilirse olacağı bu.
Eleştirme sanatında ustayız fakat iş tepki vermeye gelince, nanay.
Biraz da biz izin veriyoruz bu 4p’lere 8ç’lere falan. Paaaaat yeni bir model telefon çıktı, almak zorunda hissettiriliyosun (hayati bir ihtiyaç söz konuus), alıyosun. Adam senden kazandığı parayla jet modelini değiştiriyor.
10 doların 9’unu o kişi/dünya nüfüsunun %5i, 1 dolarını da sen ve sevdiklerin beraberce afiyetle yiyorsunuz.
E geriye şikayet etmeler homurdanmalardan başka da bir şey kalmıyor.
Abi ben inanmıyorum bu yazının insanların ayağını keseceğine. Üstelik bu tür yerlerin pazarlamacıya ihtiyacı yok. Yenebilecek yemek ve göz ardı edebilecek kalitesizlikte çalışanlar minimum şartlarını sağladıkları sürece mekan sayesinde daima müşterileri olacaktır.
İstanbulda sabah kahvaltısını yapabileceğiniz ambianslı :P kaç yer var?
selam,
yazıyı okumadan resimleri farkettim ve ya evet burası orası bir hafta sonu mutlaka kahvaltıya gidelim çok uzun zamandır gitmedik derken yazının tamamını okudum ve beni uyardığın için teşekkür ederim.
ne yazık her yer böyle oluyor ne yazık ki değil mi? ben istanbullu değilim ve sadece 5 yıldır istanbul’da yaşıyorum, ben bile bu durumları görüp çok üzülüyorum. acaba istanbulda doğmuş büyümüş insanlar ne kadar acı çekiyorlardır bu yok oluşları gördükçe… yazık hiç birşey yapmayacak mıyız bu gidişe acaba şimdilik hepimiz seyirciyiz galiba.
bu durumun bir benzerini de çengelköy’de görebilirsiniz hani şu çınaraltı mı diyorlar süper baba kahvesi mi öyle bişey ben ordan pek haz almam. orda caminin tam yanında denizi arkadan gören ama çayı çok güzel olan ve çaya verilecek makul fiyata sahip bir kahvehane vardı, amcaların geldiği kagıt oynadığı tarzda orası da işte emek kahvesiyle aynı sonu yaşıyor bu günlerde :)))
saygılar sevgiler…
Aynı üzüntüyü aynı sıkıntıyı tek ben yaşamadığıma sevineyim mi, üzüleyim mi bir türlü karar veremedim… Bizden biriyken zengin olup yaşadığı mahalleyi unutan bir genç gibi oldu emek…Acı, hem de çok acı..
ilk emek kafeye gittiğimde sanırım 9-10 yaşımdaydım, eskiden sandalı istinyeden alıp 9.9luk la yeniköyde yalıların altından midye çıkartıp balığa çıkardık, hep önünden geçerdik o zamanlar emek kafenin, barba’nın (yeni adıyla deniz park gazinosu).
Geri döneceğimiz zaman dedem bizi yeniköy-beykoz motor iskelesine bırakır oradan da emek cafeye giderdik, şimdi mi ne sandal kaldı ne balık tutan ben, ne de emek cafe. Artık gitmemeye çalışıyorum, gittim mi sinirime dokunuyor, çünkü garsonlar çünkü şunlar bunlar..
Emek için ben marka fanatiği sayılırken şimdi gitmiyorum, başarısı sürecektir şimdilerde trend olmuş durumda, kimse bilmiyor yeniköy spor kulubunun lokalini belki de, ancak bildiğim Emek cafenin bir benzeri oluştuğunda rekabet edemeyecektir.
Sevgili Tunc, öncelikle Türkce karakter kullanamadigim icin kusuruma bakma lütfen. Yurtdisinda bulmasi pek kolay olmuyor :)
Ben yapisal olarak tüm genellemelerden rahatsiz olurum ve geldim “pazarlamacilar yalancidir” da takildim. Bu bence de biraz agir bir yakistirma olmus. Neyse bu konu bence baska bir platformda (mesela akademik) uzun uzun tartisilabilir ama burada ben Emek Cafe olayini irdelemek istiyorum.
Emek Cafe kendisi pazarlama yapmis midir? Bu pazarlama iletisimi sirasinda yalan söylemis midir? Bunlari arastirip sonuclari dogrultusunda bu yaziyi kaleme alsaydin bunlar üzerinde tartisabilirdik.
Bence Emek Cafe okullarda pazarlama derslerinde örnek olarak verilebilecek bir “Word Of Mouth” agizdan agiza pazarlama örnegidir.
Ancak bunca insanin oraya gitmesine sebeb olan sey Emek Cafe nin yaptigi pazarlama degil aksine oraya giden ve cevresine bundan bahseden kisilerin gücü. Sen de yazinda o kisilerden biri olarak eskiden nasil da keyif aldigin bir yer oldugundan bahsetmissin. Dolayisiyla yazinda sen de oranin reklamini yaptin ve aslinda yazinin icinde cözümü de vermis oldun. Bu tarz örnekler Türkiye’de cogaltilabilir ki en basit örnek tatil yöreleri ve oralardaki mekanlardir. Bu tip pazarlamanin, ürünün kalitesinda bozulmaya sebep olmasi ise gene cok bilinen iktisadi arz-talep formülleriyle aciklanabilir.
Bu asamada bir pazarlama düsünürünün sana durumu bir formülle aciklamasina gerek yok ama belki bir kac WOM kitabi sana durumu kavramanda yardimci olabilir :))
Selamlar.
Tunç,
Niye şaşırıyorsun ki? Bu Emek Cafe olayını Tangadan Fark yaratan Bilkentli olayından ayıran nedir?
İkisi de iyi bir şey sunmamasına karşılık, doğru reklam stratejisi değil midir? Pazarlama formule edilebilir bir şey bence hala. 4P 5C ya da her neyse elbette çok geçerli.
Bilirsin istisnaları olmayan durumlar kanundur. Ve pazarlama bu anlamda kanunları olan bir bilim dalı değil. Elbette istisnaları olacak. İstisnaların var olması ezberi bozmamalı.
@berk
40 yildir Emekcafe’yi basarili yapan seyler baska, bugunden sonra daha fazla para kazanmak adina yaptigi seyler baska.
Yapilan degisikliklerin Emekcafe’yi gitgide bogazdaki diger cafelere yaklastirdigi belli. Bugunden sonra musterileri digerlerine benzeyen bir cafe icin uc kat fazla odemeye ikna etmekde zorlanacaklardir.
Tabi ki her zaman dogru yol otantik olmak, az bulunur olmak degildir. Emekcafe’nin yerinde mcdonald’s da olsa eminim o da cok cok fazla kazanir. Ama o zaman emekcafe disinda baska bir seyin stratejisinden konusmak lazim.
Kazanan her zaman kazanmış sayılmaz diyorsunuz?
@özgür alaz
benim bu yazıdan anladığım 40+ yıllık bu mekanın zaten “sürekli” kazandığı. başarısının da artarak devam ettiği anlaşılıyor.
40 yıl az bir süre değil. kaç ticari kuruluş sayabiliriz bu yaşa sahip?
kapıda metrelerce kuyruk da talebin göstergesi değil mi?
o zaman bu başarı nerden geliyor gerçekten, ben de merak ettim. ilk fırsatta bu kafeyi görmeye gidiyorum :)
Bence yazidaki kilit sozcuk, seninde pazarlamada kullandigin SUREKLI sozcugu. Pazarlama sirket gelirlerini, SUREKLI olarak daha fazla kisiye ulasarak SUREKLI olarak insanlari daha fazla odemeye ikna ederek ve SUREKLI olarak urunun algisini iyilestirerek arttirir.
EmekCafe’nin pazarlama macerasinda SUREKLI kelimesinin eksik kaldigini goruyorum. Kisa vadede fastfood mantigiyla maksimum kazanmaya odaklanmis. Gorunurde cok kazaniyor da ancak pazarlamanin ve 4P’nin gercek testi SUREKLI kazandirip kazandirmadigi. 4p ile simdiki durumu aciklarsin ama SUREKLI basari icin yazida da anlattigin gibi cafenin hikayesini canlandiracak seyler yapmak lazim.
Geçen haftanın Uykusuz‘unda bir karikatür vardı. Genç adam, sevgilisi kolundayken bir baloncunun yanına gidip “Baloncu, al şu parayı da bütün balonları özgürlüklerine kavuştur” diyor. Baloncu da “Siz o paralarla gidip bir şeyler içseniz, balonları da çocuklar alsa sevinse daha iyi olmaz mı ?” diyor.
Ama artık çocukları takan yok. Adamlar da takmıyor, baloncular da. Parası olan her istediğini alıp gerekirse havaya salıyor, kimseye faydası olmadan.
Sanırım reklamcılar da bir yandan sevgiliye gaz veriyor, bir yandan balonları süslüyor, bir yandan adamı dürtüyor, bir yandan da havaya uçan balona özgürlük anlamı yüklüyor.
4B devri diyorum, dört bir yandan.
Hay Allah yahu… Ben de “bir öğlen Emek Cafe’de buluşalım. Sen kahvaltını yaparken, biz de öğle yemeği yiyelim” diyecektim. Neyse, sen bize Yeniköy’de bir yer önerirsin. Benim teklifim geçerli… Osman da bize katılır. Geyikin canına okuruz.
Emek Cafe için söylediklerinde çok haklısın. “Sosyetik” oldu çıktı. Ben yine hafta 2 – 3 sabah, saat 07.00 dolaylarında kahvaltıya gidiyorum. O saatte, Boğaz manzaralı yerlerde garsonlar uyanmamış oluyor. Hisar’daki yerler, 08.00’den önce açılmıyor bile…
Emek kafe, WOMM‘dan gelen gücünü kullanıyor. Şu anda “marka yaşam eğrisi”nin üst taraflarında… Şekli gözümüzün önüne getirirsek, sonunu şöyle özetleyebilirim; 3 sene sonra, eskiye de dönemeyecek… Bugün 10 metre kuyruk bekleyenler bir başka “in” mekanda kuyruk bekleyecekler. Biz de “burada Emek kafe vardı” diyeceğiz.
Şu 4P, 5C ye gelince…
Şu anda tek bir tane P geçerli… “piyasası var” :-)
ahh… sabahları, emek’te kahvaltıyı kırıp, itü’de derse gittiğimiz günler.
Alışkanlık gibi birşey galiba bu. Yani önce oraya 2 arkadaş gidiyor ve oradan bahsediyor derken onları diğer 2 arkadaşları duyuyor bir de onlarla beraber gidiyorlar. Sonra onlardan duyup başkaları gidiyor. Sonra yemek yemek veya bir şeyler içmek için bir yer ararken akıllarına ilk orası geliyor.
Burada işletmenin yeri de önemli.. O P, C kuralları bize pek işlemiyor galiba.