Sunum ne kadar hoş olsa da, çok lezzetli bir şey yerken;
konser performansı ne kadar etkileyici olsa da, o müthiş şarkıyı dinlediğimizde…
Veya;
öperken,
koklarken,
hatta sevişmenin en güzel anında…
Neden kapanır ki gözlerimiz?
——
Sonradan ekonomik refaha kavuşan,
torunlarına bile yetecek kadar parası olan zenginler…
Nasıl bir düşünceyle ‘sonradan’ cimrileşiyorsunuz?
Eskiden çok daha cömert değil miydiniz?
——
Şerefe derken, karşındakinin ‘gözüne içine bakarak’ yudumlamak içkini…
Sahi, neden bu kadar zor?
——
O an birlikte olduğunuz kişiyi ne kadar özlemiş veya ne kadar severseniz sevin…
Konuşulan konu da ne kadar önemli olursa olsun.
Kimin cebi çalarsa,
arayan günde beş defa konuştuğunuz biri bile olsa,
açılır hemen o telefon.
Cep telefonundan arandığında cevap vermek, nasıl oluyor da ‘her şeyin’ önüne geçebiliyor?
——
Eskilerin arasına yeni birini tanıştırınca, geç kalmaz şu soru:
“nereden arkadaşsınız?”
Okul, iş, askerlikse cevap, tatmin eder karşı tarafı.
‘Ortak arkadaş vasıtasıyla’ da iyi cevaptır.
Ya sokakta nedensiz gidip merhaba dediğin biriyse o.
Hatta internetse…
Önemlidir nereden tanıştığımız!
İlk tanışma anımıza göre mi karar vereceksin?
——
Yaptıklarım yapacaklarımın garantisi der gibi ‘özgeçmiş’ gönderiyoruz iş başvurularına.
İnsan sürekli değişen bir varlıksa,
kendi tutku ve hayallerini de en iyi kişi kendisi bilirse;
Neden gönderilen hala ‘özgelecek‘ değil?
——
Bundan 300-500 sene önce yaşayan insanlara bugün;
“nasıl böyle şeylere inanabilmişler” diyorsak,
bunun ileride bizim için de söylenmesi o denli doğal karşılanmalı.
O zaman neden iddialaşır ki insanlar?
—–
Bizler; uçsuz bucaksız, sınırsız bir evrende;
kısıtlı bir coğrafyaya sıkışmış,
çok kısa yaşayan ufacık varlıklarsak…
Bazıları nasıl oluyor da ‘dünyayı ben yarattım’ edasıyla prim yapabiliyor?
Daha da önemlisi, biz nasıl aldanıyoruz bu kişilere?
Hayranlık duymak bir ‘ihtiyaç’ mı?
Veya;
Nasıl olsa 2 duble rakıdan sonra halay çekip, göbek atacaksın,
şimdi sert görünüp, racon kesince mi ‘delikanlı‘ sayılıyorsun?
——
Futbolda koşan adamın önünde durunca,
‘engelleme’ denip, faul çalınıyor.
Peki, genelde kenar çizgilerinin önünde gürülen,
topu vücuduyla saklama nasıl engelleme olmuyor?
Üstelik biri futbol oynamaya çalışırken, saklayan çirkinleştirmiyor mu oyunu?
——
Gidenin arkasından ağlamak,
ölen görmeyeceğine göre,
kimin içindir?
Artık hayatımın bir parçası olmayacaksın,
‘özlem duymak’ gibi bencilliğin karşı durulması zor tepkisi midir;
yoksa diğerlerine karşı ‘bak, ben de üzgünüm’ demek mi?
——
Bürokratlar, memurlar, polisler, devlet hastanesi doktorları, hemşireleri…
veya bizim oylarımızla seçilen hükümetler…
Bizim verdiğimiz vergilerle maaşlarınızı alıyorsunuz.
Bundan dolayı biz ‘işveren’iz,
siz de bize hizmet için oradasınız.
Ne oluyor da çoğunuz kendinizi bizim üzerimizde görebiliyorsunuz?
Nasıl oluyor da bunca yıl devlet dairelerine “işveren memnuniyeti” anlayışı uğrayamıyor?
veya;
Salak yerine konmak bizim hoşumuza mı gidiyor?
——
Menüde, vitrinde, rafta görüpte istediğiniz bir ürünü vermeyip,
‘yok abi onu vermeyeceğim sana, iyi değil’ diyen dükkan sahibini nasıl oluyor da daha çok seviyoruz?
Diyelim kendimizi özel hissettiğimizden.
Aynı adam değil mi ki onu birazdan başkalarına kakalayacak?
Veya basit bir pazarlama taktiği ise bu, nasıl hala kendimizi özel hissedebiliyoruz?
——
Bir çocuk görünce hemen herkesin yüzü gülüyorsa,
büyümek mi kabahat olan?
——
Deliye her gün bayramsa, neden bugünden deli olmuyoruz?
——
Ömer Üründül…
Neden?
Yorumlar 34
Neden insanlar milyon dolarlık evlerini saray yavrusuna çevirir ki? Neden iki yüz bin dolarlık arabalara biner ki?
Buldum…
“Yerde para bulursan sahibini bulup vermek için dahi olsa alma” diye öğüt veren babam. Babalar…
Bir çocuk görünce hemen herkesin yüzü gülüyorsa,
büyümek mi kabahat olan?
bence bir çocuk gördüğümüzde gülümsememizin nedeni o çocuğun da bize aynı gülümsemeyle karşılık verecek olması ve karşı taraftan gelecek o gülümsemenin bize hissettireceklerine ihtiyaç duymamız..
ve bence devlet dairelerinde, memurlarda ya da diğer tüm çalışanlarda gördüğümüz ve hoşnut olmadığımız davranış şekli bizi bu yüzden bu kadar etkiliyor. İnsanlar işlerini hallederken bile insani ihtiyaçlarından biri olan iletişim kurma, karşı taraftan bir elektrik almak ya da güleryüzlü bir ortamda bulunup belki daha huzurlu hissetmek…
bu durumun çok da önemsenmemesi tabiki de üzücü ve bunlar belki de parayla satın alınamayacak şeyler olduğu için bu kadar değerli ve gerekli.. ve belki de bu yüzden çalışanlardan güleryüzlülüğü veya daha iyi bir davranış sergilemelerini ödediğimiz vergileri öne sürerek talep etmemiz yanlış.
siteyi canlı tutan Tunç ve deneyimleri, eğer siteyi alırsanız öldürürsünüz.
sitenizi satmayı düşünürmüsünüz? mail adresimi msn olarak ekleyebilir yada 0507 945 54 43 den iletişime geçebilirsiniz.
“Bürokrat için insanca ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan evrağa dönüşür. Evrağa verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrağın akışına girer.
Bu varlık, şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca ‘olay’dır. ‘Konu’ ile ilgili olmayan ne varsa akıp gitmiştir.
Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer.
Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider.
Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu duyumsar. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur…”
Franz Kafka
özlemenin bencillik olduğunu mu düşünüyorsunuz gerçekten?
Ellerine sağlık Tunç
Neredeyse her satırına varım dediğim hem esprili, hem felsefik, hem de müthiş bir yazı…
güncel ve çok haklı… acilen delirmeliyim
Deliye her gün bayramsa, neden bugünden deli olmuyoruz?
Ya da neden bu kadar deli olmamakta ısrarcıyız. Bence asıl delilik olan bu işte…
Pingback: Bir el atsanız! | KendiniGelistir.Com
Sessizlik…
Saatin tik tak sesleri beynimde zamanın ilerleyişini hatırlatıyor, harekete geçmenin gerekliliğini söylüyor. Ama ben sadece susmak istiyorum ve sessizliği dinlemek. Kalıplaşmış yargılarla, zamanın götürdüğü ve getirdikleriyle konuşmak, yorumlamak yersiz geliyor. Yanılsamaların olduğu yerde susmak, dinlemek insanı, doğayı saatin tik taklarına takılmadan.
Anı kaçırmadan yaşayabilmek. Kelimelerde sessiz, yüreklerde çok sesli müzikle…
Teşekkürler. Sevgiyle.
Aslında hepiniz haklısınız kendi açınızdan bakıldığında, ancak bu tamamen sistemsizlik ve eğitimsizlikten kaynaklanan köklü bir problem..
Eğer her şey düzenli olsa, insanlar yeterli bilgi ve deneyime sahip olsa, herşeyin vakti zamanında, hoşgörüyle yapılabildiği bir ortamda herkes memnun olur ve bu yorumlara gerek bile kalmaz. Sistemsizlik, yönetimsizlik, bilgisizlik ve dolayısıyla eğitimsizlik.
Çok güzel bir yazı olmuş.
Neden sorusunun bir cevabı varsa, her kötünün de iyi bir sonu vardır. Bence Fikir Atölyesi bu soruya cevap bulacağımız iyi ve bir o kadar da güzel bir yol…
Tunç bey,
yaptığınız yorumla ilgili kelime kelime irdelenecek çok şey var ama madem tüm olay bir durumu seçmiş olmakla ilgili ben de size çoktan seçmeli bir soru sormak istiyorum.
“şartları ne kadar zor olursa olsun, onlar kendi hür seçimlerini yapmış insanlar” O zaman bir insan iyi bir amaç uğruna bi seçim yaptıysa ve başına çok da iyi şeyler gelmiyorsa;
a) empati dumanıza gerek yoktur; onlar yaptıkları seçim yüzünden haliyle kendilerini fazlasıyla sevdiklerinden sizi hep aşağılarlar
b) zaten başına gelen herşeyi haketmiştir ve sızlanmaya hakkı yoktur
c) onun yerine bu işi yapacak başkaları zaten vardır ve yaptığı mesleğin önemsizliğini düşünerek kendini hiçleştirmelidir
d) seçimleri sonrasında zaman zaman “mutsuz = yüzü asık + şefkatten uzak” olmaya hakkı yoktur
e) bu koşullandırılmış cümleyi öylesine yazdım
tartışma iki ayrı sistemin karşilaştırması!
olmaya çalıştığı sistemin alt yapısının kurallarını oturtmadığından ve halkın bu kurallar konusında eğitimli ve bilinçli olmamasından, ahlak, saygı ve duyarlılığın az rastlanır nitelikler olduğu bir ortam.
bu ortamda kraldan kıralcı olup, kim kimi ne yoldan olursa olsun -kanuni kanunsuz- yenecek, daha çok para yapacak standard olmuş. halbuki duyarlı bir ortam şeffafdır. tunç’un dediği gibi eğer müşteri/işveren memnuniyeti ortama açıklık kazandıracaksa tabii ki herkes bu anketi doldurmalıdır.
dünyada bazı ülkeler ilerde ne alternatifler olabilir diye tartışırken, konular verginin çok az verileceği, lokal hareketlerin güçleneceği, hükümetin rolünun azalacağı, devlet dairelerinin sıkı bir üretim içinde olacağı ve devlet dairelerinin özel şirketler yapısında fonksiyon göstermesi gibi konular çıkıyor karşımıza! tabii bu da halkını, daha doğrusu pay sahibi hissedarını memnun etmek prensibi üzerine dayanmış bir anlayış.
Verilen vergilerin karşılığının sonuna kadar aranması gerektiği konusunda sonuna kadar tunç abiye %100 katılıyorum.
Amaaa bizim vergilerin yuksek olmasının bana göre esas sebebi olan; Kuyumcu, esnaf, küçük işletmeler, dükkanlar, bakkallar, mağazalar, kısacası halka açık olmayıp vergisini utanmadan asgari ücretin bile altında gösterebilen ve sırf gösterebildiği için de bütün ahlaki değerleri bir kenara bırakıp, en düşük vergiyi veren (bütün hepsini kastetmiyorum, vergisini veren bu yazıdan hiçbir şekilde alınmayacaktır, hatta destekleyecektir muhtemelen) bütün ticaret insanlarından nefret ediyorum.. Suratsız memurlardan daha fazla hem de :)
Bu konuda bir yazı olsa da altına yorum yapsak ne güzel olurdu.
murat ve hayret;
bir şirkette (işveren) çalıştığınız zaman, verdiğiniz emeğin karşılığını maddi anlamda maaşınızla alırsınız; işveren de sizden memnun olduğu sürece bu devam eder. işverene kafa tutma veya onu aşağılama gibi şansınız pek olmaz!
dünyanın çok yerinde olduğu gibi, türkiye’de de devletten maaş alanların önemli bir çoğunluğunun yüzü asık, mutsuz, şefkatten uzak ve sizi aşağılar bir tavır içindeler. eminim sizin de onlarca, belki yüzlerce deneyiminiz olmuştur.
şartları ne kadar zor olursa olsun, onlar kendi hür seçimlerini yapmış insanlar. herkesin yaptığı işe saygı duymakla beraber, her sektörün de kendine göre zorlukları olduğunu kabul etmeliyiz.
net olma adına kullandığım ifade biraz sert kaçmış olabilir, yoksa tabii ki amacım kimseyi küçük görmek değil. ben kimim ki?
ancak bugüne kadar kuruşunu sektirmeden verdiğim vergileri düşününce… benim gibi milyonlarca kişiyi düşünce… daha da önemlisi insan olma kimliğimizle…
beklediğimiz sevgi ve şefkati, evet, devlet kademesindeki çalışanlardan da görmeyi hak ediyoruz.
“bizim vergilerimizle maaş alıyorsunuz” gibi sığ bir laf etmek yerine, bi iki adım gerileyip olaya iyice bi bakıp düşünmenizi beklerdim. o kadar kolay ki durumlara süslü etiketler yapıştırıp insanları kelimelerle kandırmak. uzun zamandır takip ediyorum sizi, ama hayal kırıklığına uğradım. bir arada yaşamayı kabul etmiş insanların toplum içindeki konumu ne olursa olsun bir şekilde birbirlerinin elinden çıkan parayla yaşaması ve bi döngü şeklinde herkesin birbirine muhtaç olması kimsenin saptırmaması gereken bir gerçek bence. haddime düştüğünü düşünerek söylüyorum; düşünün lütfen.
Şu vergi olayı.Bizim vergilerimizle maaş alıyorsunuz.
O kadar çirkin ve düşünülmeden söylenmiş bir laf ki.
Hastanede derdini anlatmayı beceremeyen, insanlık nedir bilmeyen, hapçı esrarkeş olup kafayı bulup sonra da ahstaneden herkese küfürler yağdıran magandaların edeceği laflar bunlar.Tunç’tan beklemediğim bir laf.yazık.
Bir doktor sizin verdiğiniz verginin 5 katını veriyor.
Ayrıca sizin ödediğiniz vergi neyin karşılığıbinlerce doktorun mu, hemişer sağlık memurunun mu, laboratuar tahilil, mr tomografinin mi hangisinin?
Ayrıca doktor değilim ama, bir doktor o maaşı okuyup doktor olduğu için alıyor.Okumuş insanların rahatlıkla aşağılanabildiği bir ülkede biz daha çok özgeçmiş yazarız.
Belki insanlar git gide değiştiği içindir. Zaman ilerledikçe insanalar belki her şeyi boşveriyolardır. Belki olayların zorluk derecesine göre vazgeçiyorlardır. Olamaz mı?
abi ne oluyor burda ya ?
Allah’ım öylesine sevindirik ;) oluyorum ki buradaki yazıları okuyunca.
Yine öyle bir haldeyim…
Her yazında bakış açımı değiştirmeme, düşünmeme, sorgulamama ve hayal kurmama izin verdiğin için teşekkürler…
NOT: Sizden tek bir ricam var; daha sık yazmanız :)
SevGiLeR
Harika bir yazı olmuş teşekkür edeyim, bir daha gidip okuyacağım, sağolun teşekkürler.
Beni bu sayfaya bağlayan ne diye düşünüyorum bazen. Gidip gelip yeni yazı varmı yorum varmı diye baktığım aradığım ne diye…
Ben aynı zamanda hem kendi (tahminen) sevdiği işini yapıp, işinde (tahminen) iyi olup, çok iyi olup, aynı zamanda da geniş düşünen etrafındakileri görüp yorumlayıp somut şekle sokup sunabilen ( sözel veya yazı olarak) Yani bir işe odaklanmışken başla şeyleri kaçırmayan insan olmayı olabilmeyi, aynı anda birkaç işi iyi yapabilmeyi çok istiyorum hep. Bunu yapabilene de hayranım her zaman da hayran olucam.
Zincirleri kırmak istediğin gibi yaşamak zor. Anne-Baba bildiğini oku bildiği gibi olmasını ister. Sen zincirlerini kırmak istersin, onların kalplerinin kırılmasından rahatsız olursun. Anne-Baba için zincirli yaşamak.
herhalde tanımadığım birine bile merhaba diyebilmeyi ya da iyi dileklerimi sunabilmeyi kendi kişiliğimin bir parçası olarak ekledim yıllar önce.. ve de benliğime bu derece kuvvetli yapışan bir özelliği çıkarmaya hiç niyetim yok..
tunç; teşekkürler sana. tanımadıklarına elini uzatabilme cesaretini gösterdiğin için, basit bir şeymiş gibi bakılan bir “merhaba” kelimesini kimseden sakınmadığın için..
sana yüzlerce kez, binlerce kez merhaba….
Tunç.
İyi ki varsın ve iyi ki seni “bir şekilde” tanımışım.
tşkler tunç…
ayrıca bir üst yazıdaki cümleye de bir açılım yapsak
sizi gerçek yapan ne ?
tunç, iyi ki varsın!
duyarlılık, incelik ve duygusal zeka ile yaklaşılacak birçok örnek vermişsin:-) tşkler!
hiç kimseyi tanımadığınız uzak yeni bir yere giderseniz veya doğduğunuz ama genç yaşta ayrıldığınız yere seneler sonra geri dönerseniz, sosyal olarak ayakta kalma iç güdüsü çabaları hayatıniza her gün yeni bir insanı kazandırıyor.
her merhaba dediğim kişiden yeni bir şey ögrendim; şaşırdım, mütavazileştim, güldüm, hayran kaldım, ilham aldım, üzüldüm, kendimi çaresiz hissettim…
evet, karşımızdaki kişiye tam ilgi vererek, gözünün içine bakarak, heyecanla dinleyerek, yeniliklere ve yenilere açık olarak, az bencil olarak, anını yaşayarak gerçek oluyor hayat; “gerçek ol” demişler; katılıyorum. seni de gerçek yapan delilikse – neden olmasın!
Aynı binada oturup aynı asansörü kullandığı halde, günaydın dediğin için neden şaşırsın. Her gün bindiğin otobüs şoförüne bir kere günaydın, kolay gelsin demiyorsun? Ya da sokakları süpüren işçiye geçerken kolay gelsin demiyorsun.
Eline sağlık üstad.
iki elim, bir kafam, bir de yuregim var, bu yaziya el atmak icin cok el, cok kafa, bir o kadar cokta yuzolcumu genis yurekler lazim…. ince saptamalarla islenmis satirlar karsisinda AH YUREGIM! OF KAFAM! demek geldi icimden…
Severim gozlerimi kapamayi, bir seyi tadarken, dusunurken, sezerken, sevisirken… Gozum boyanmasin, kafam karismasin diye kendi renklerimle hissetmek isterim… Zenginlik, cok seye sahip olmaktan degil, cok az seye ihtiyac duymaktan geciyor…
Kimi nerde nasil tanidigimi evet umursuyorum, gozlerinin icine bakip tanimaya, sezmeye inaniyorum… Insanlar kendi sectiklerini paylasiyor, gozlerinin icine bakabildigin kisinin kalbinin ritmini de yorumlayabiliyorsun, netde bu incelik yok.
Kimse bilmese de ciplak ayaklariyla yuruyen bir cocuk dolasir icimde, sokakta evde, iste.. Ille de gozukmesinin bir manasi yok.. Deli taraflarim, bir coklarina akillik geliyor, akilli tarafim ise delilik, insanlarin bunu nasil yorumladiklarina, veya baskalarinin deli ve akilliklarina ayiracak vaktim yok.
Herkeslere veya biri’lerine ait olmadan yasayabilmek asil ayricalik, pazarlama tuzaklarinda, kendini ozel hisedenler, iltifat tuzaklarinda ayricalikli hissedenler de, ayni naylon tadinda baskalarina alkis tutuyor, korler ve sagirlar durumu… uzucu elbet… Insaoglunun evrim asamalari diyelim, herkesin buyurken bir sekilde ogrendigi, veya ogrenmedigi bir sey…
Insan kendi derinliklerine bakmaya korkuyor, nerede kaldi ki karsisindakinin derinliklerinde kaybolsun… Bundandir, sig iliskilerimiz! Nasilsin? sorusunu sormayi da, cevabi dinlemeyi de bilmiyoruz.. Zaten artik konusmuyor, ve duymuyoruz olmasi gereken iliskilerimizde… Kendimiz olmayi beceremedigimiz muddetce de bu garip, suya sabuna dokunmayan cumleleri degis tokus edip, yaslanip gidecegiz…
Sirtimizda cesedini tasidigimiz yillanmis dostluklarimiz boyle surup gidiyor, aslinda ne sen onu ne o seni taniyor… Kalabalik masalarda, komik olan su ki 20 yildir dostuz biz diye boburleniyoruz bir de… komedi, dram oynuyoruz bilmeden… Belki de bilerek… Simdi beni en az 20 yildir taniyan eski dostlarima aslinda beni tanimadiklarini soylesem, kabalik etmis olacagimdan avazim ciktigi kadar susuyorum, iyi mi? Hayat denen bu yol galiba aslinda tek kisilik.. Ve bir deliden daha yalniz olmaniz da yaninda ikramiyesi…
Her ciktigimiz yolda, degisik renkler, insanlarla yolculuk yapiyoruz, ve yol bir yerde bitip, baska bir yol agzina geliniyor.. at da degisiyor, surucu de. hepimizin kendi renklerinde boyamaya calistigi bu resimde kimsenin kendi resmini baskasina boyatmaya, bir el ver demeye cesareti, sabri olabilir mi?
Madem ki hepimiz hayvansever geçiniyoruz,
Neden bayılıyoruz hayvanlara işkence ile öğretilen çerezlik gösterilere, şovlara?
Neden soyu tükenen şeyleri yediğimizi bilmezden gelir gibi yapıp, “abi adamlar ne lezzetli yapıyor diye” götürüyoruz?
Hatta neden köpeğimize 3-5 hareket öğretmek için acı çektiriyoruz?
Bıraktım hayvanı, madem ‘insansever’ geçiniyoruz,
Neden sadaka vermez, sokakta, metro girişinde, bankta gördüklerimizden gözlerimizi kaçırır oluyoruz?
lafın kısası niye empati yapamıyoruz
El sıkışırken, karşındakinin gözlerinin içine bakmak neden bu kadar zor?
Birisine nasılsın diye sorup, cevabı dinlemeden giden adam nereye yetişiyor olabilir?
Büyüdükçe, kendimize inancımızı, güvenimizi eksilten şeyler neler?