14

Tören!

Hani geceler vardır ya,
İyi ki yaşandı dediğimiz..
Sanki cenaze törenimizi öne almış gibi hissettiğimiz.
Ancak canlısı..

Sağlam bir tokat gibi.

Sevdiklerin arkadan değil de,
Önden konuştuğu…

Üstelik herkesin kahkahalar attığı,
Eğlendiği bir anda gelirse bu tokat size…

Karşılık beklemeden sevdiklerimiz…
Bildiğimiz anlamda sevgili de değil tam karşılığı.
Seven derseniz tamam.
Siz de ‘sevilen’ olun.
Ancak ezilmeden altında.

Sessiz alkışların bakışlara yansıdığı bir gece.

Sen de kimsin bunları söyleyecek?
Başkasından ziyade,
Önce kendimize sorduğumuz.

Çok fazla denk gelmiyor hayatta.
Denk gelmemesi belki de bizim tercihimiz.

Açmamak gerek arayı.
Bırakmak gerek kendimizi onlara.

Sevenleri sevgili yapmak mı acaba demek istediğim?

Sağlıklıyken…
Birini kaybetmeyi beklemeden,
Ne kadar ürkütücü gelse de başta,
Hatırlamak ölümü.
Sık sık…
Kahkahalı anlarda dahi,
Atabilmek o tokatı kendine.

İçine etmiyor gecenin.

Aksine o tokat;

Kulağın kirini alan,
Gözlere görmeyi gösteren,
Beyne ‘ufak şeyleri dert etme’ diyen oluyor.

Kaybetmenin aslında kazanmak,
Geride durmanınsa,
Kalplerde önde durmak olduğunu yüze çarpan oluyor.

Belki de en ağırı,
Sevebilmeyi öğretiyor tekrar.

Hem de hiç acıtmadan.

Fakat…

Yanarsa da eğer canım,
‘Dur bi dakika’ demenin gelmiştir belki de zamanı…

Yorumlar 14

  1. Pingback: Ne Umursamazlar Gördüm | eblogcu.net

  2. Alican Abraşoğlu

    Ben, özellikle ufak konuları dert etmeme mevzuunu vurgulamak isterim. İnsanın kafasına taktığı konu ne kadar ufak olsa da, beynimizin zamanla bunu bir canavara dönüştürmesi zor olmuyor.

    Şöyle düşünmek faydalı olabilir:

    “Beni, sevdiğim insanlarla biraraya gelip sınırsızca gülmekten alıkoyacak olan sorun, sana sesleniyorum: Derhal zihnimi terket!”

  3. Işıl

    ÖYLE BİR HAYAT YAŞADIM Kİ

    Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
    Cenneti de gördüm,cehennemi de
    Öyle bir aşk yaşadım ki
    Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
    Bazıları seyrederken hayatı en önden,
    Kendime bir sahne buldum oynadım
    Öyle bir rol vermişler ki,
    Okudum okudum anlamadım.
    Kendi kendime konuştum bazen evimde,
    Hem kızdım hem güldüm halime,
    Sonra dedim ki “söz ver kendine”
    Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
    Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
    Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
    Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
    Öyle bir hayat yaşadım ki,
    Son yolculukları erken tanıdım
    Öyle çok değerliymiş ki zaman
    Hep acele etmem bundan, anladım…

    NİETZSCHE

  4. ilknur

    Hem yaratıcı, hem yıkıcı taraflarımız var. Kendimizi bir yandan inşa bir yandan tahrip ediyoruz. Cesaret ile korku, bilgelik ile cehalet, zarafet ile zorbalık, iyilik ile kötülük, şefkat ile şiddet aynı anda içimizde yaşıyor, çatışıyor, bize egemen olmaya çalışıyor. İçimizdeki dengesizliklere rağmen dengeli bir hayat kurmaya çalışıyoruz.

    Kendin yap mobilyalar gibi hayatımız. Evine aldığın modüler mobilyayı kendi başına monte etmeye çalışanlar gibi yaşıyoruz. Biraz kılavuza bakıyoruz, biraz birbirine uyan malzemelere. Elimiz alıştıkça aklımıza güveniyoruz, kafamız karıştıkça kılavuzlara. Hepimizin derdi, parçaları doğru birleştirip, anlamlı ve işe yarar bir şey ortaya çıkartmak.

    Beynimiz hayat dekoderi gibi çalışıp olan biteni çözmeye çalışıyor. Acaba tersten gelseydik daha mı iyi çözerdik hayatı? Ölümden doğsaydık hayata. Önce yaşlılığı yaşasaydık. Sonra orta yaşı. Sonra gençliği. Sonra çocukluğu. Sonra bebek olup doğumla ölseydik. Neden olmasın ki? Şimdiki gibi önce yaşayıp sonra anlamazdık hayatı, önce anlayıp sonra yaşardık. Acaba hangisi daha iyi olurdu?

    Mümin Sekman…

    Kısa bir süre önce blogumda paylaşmıştım bu yazıyı… yazını okuyunca seninle de paylaşmak istedim… Tören, harika olmuş, blogun ve paylaşımların zaten çok güzel… çok severek ve ilgiyle takipçinim… :)

  5. aycelinas

    Çok güzel bir yazı…Hiç unutmadığım, çocukluğumdan beri hep düşündüğüm ve düşündüğüm için hayatı, kendi hayatımı herkesle eşitlediğim, böylelikle ölümlü olduğumu bildiğimden her eylemimde biraz beni durduran, biraz kendimle dalga geçmemi sağlayan, biraz beni nihilist yapan, biraz tam koparacakken bırakan olmama yarayan, biraz kalender, biraz derbeder, bazen mizahçı, kimi alaycı, biraz karamsar, biraz kötümser ama aslında daha çok insancıl yapan şey…

    Her neyse hiç unutmamak için böyle yazılara ihtiyacımız var, değil mi ki bunca ölüme rağmen her gün her saniye, unutuyoruz kendi ölümlülüğümüzü ve unuttuğumuz için de zaten daha hoyrat ve saldırgan olmaya devam ediyoruz.. Bununla kalsa iyi, yetişmek için menzile, gidiyorum gündüz gece dediği gibi Aşık Veysel’in durmadan koşturuyoruz hızlı hızlı, ateşe koşan peravaneler gibi, durup düşünmeden ne yaptığımızı, neden bu kadar koştuğumuzu… Neydi aradığı ruhlarımızın bilmeden…

    Son olarak, hayatımda okuduğum en şahane kitaplardan birinden, İtalya’da 500 baskı yaptığı halde, Türkiye’de ne yazık ki 2 baskı yapan, ünlü İtalyan gazeteci Tiziano Terzani’nin kanser olduktan sonra yazdığı ‘atlıkarınca’da bir tur daha’ adlı kitabından vermek istiyorum.

    Vietnam Savaşı’nda muhabir olarak çalışan İtalyan gazeteci 58 yaşında ağır bir kansere yakalanır. Bir yandan ABD’de klasik Batı tıbbından yararlanıp tedavi görürken, bir yandan da Hindistan, Tayland ve Çin’de önce kanserine sonra da ironiktir ‘ölümlülüğe’ deva arayan bir adamın alternatif deva arayışının öyküsüdür…

    Bütün disiplinlilere bir gazetecinin sinikliği, merakı ve ilgisi ile yaklaşan Terzani bize gerek Batı’nın ve batı tıbbının gerek doğunun ve doğu tıbbının olumlu ve eksik yanlarını anlatır… Amerika New York için şöyle der mesela… Amerika’da selamlar çok içtendir… Merhaba John dersin o da sana Merhaba Mary der… Ama arkasından ikinci cümle gelmez, çünkü yoktur…

    O kadar güzel bir kitap ki kesinlikle bir hastalık kitabı değil, tam tersine bir hayat kitabı. Her neyse çok uzun oldu, aslında ben kitaptan bir cümle yazmak istiyordum, şahane bulduğum… Bu bir Hint atasözüydü:

    “İNSAN DER Kİ ZAMAN GEÇER, ZAMAN DER Kİ İNSAN GEÇER…”

  6. Arın Kuşaksızoğlu

    Tatlı uykusundan o biçimde uyandırılmayı, kimse istemez. Sıcak yatak, terli pike, fokur fokur çarşaf: hepsine katlanabilirdim. Fakat, söz konusu olan yatağınızdan, yatağınızın kendisi tarafından atılmaksa, karşı koymak adına yapılabilecek pek birşey yoktur. Hatta hemen ardından, yatağınızın size sırt çevirmesi – nesnel olarak – ; gerçekten, ellerinizi kavuşturup, biraz bekleyip durumun düzelmesini beklemekten başka bir çare bırakmaz size.

    Benim için de durum, buna yakın sayılabilirdi. Fakat ellerimi kavuşturup beklemem, kenara çekilip yatağımla aramdaki küçük sorunu çözmem, an itibarı ile imkansıza yakındı. Çünkü ayakta durmak zordu. Hatta yatay pozisyonda kalmak bile zordu. Hatta sabit kalabilmek, hepsinden daha zordu. Ben de yuvarlanmayı seçtim. Kalktım. Üzerime kapaklanan dolabı burnumla düzeltip, önümde garip biçimde dizli halde duran basamak basamak ansiklopedi setini merdiven yaptım ve karşı duvardaki – yere paralel duruyordu – kitaplığın tepesine çıktım. Dediğim gibi; biraz uykuluydum.

    Sonuçta saat nereden bakarsan bak, 3 suları olmalıydı; kuşuykusunu çoktan geçmiş olmalıydık. Ben, biz ve tüm diğerleri. Yalnız ölenler, beraber ölenler, ölmeyenler. Uyumayanlar şanslıydı. Balkonlarında sigara içenler, televizyon seyredeneler, içki içenler, kavga edenler. Ama o saatlerde, şans bu şehre pek uğramamış gibiydi.

    Üzerinde duruyor olduğum kitaplık, odanın bir duvarını tamamen kaplayacak büyüklükte olmasa, herhalde o da, yatak, sandalyeler, kitaplar, oyuncaklar, portatif basketbol potam ve diğer herşey gibi duvardan duvara çarpıyor olurdu. Çevrenizde herşeyin uçuştuğu hissine kapıldığınızda, boşluk kelimesine verdiğiniz anlam, daha da keskinleşir. Sabit olan boşluğun kendisidir; ve onun içinde uçuşup duran herşey sadece uçuşuyordur ve alabildiğine zahiridir.

    Tamamı ile nesnel olan bu gibi gözlem ve tespitleri geriye bırakmam yaklaşık olarak 2 saat sürdü. Halbuki o 2 saat, yalnızca 10 saniye kadardı. Daha kaç saat vardı sahi? Uykumuza kaldığımız yerden devam etmemize; yarından sonraki gün çıkacağımız tatile; tatil sonrası hayatımla ilgili, küçücük aklımla vereceğim devasa kararların arifesine; yeni okuluma gideceğim ilk güne, hayatımın geçeceği şehri seçmeme, ölmemize?

    O an bunların hepsi vardı. Hepsi heryerdeydi: burnumun içinde, alnımda, ensemde soğuk nefesleriyle, arkasına duvardan duvara dolap devrilmiş açılmayan kapının ardında, üstünde durduğum kitaplıkta. Ve ben küçük, sevimli, ışıltılı zihnimle, olan biteni, tüm bunların hepsini ne zaman anlayacaktım?

    Tatlı uykusundan uyanmış, küçük, sevimli sarışın çocuk, acıyan burnunu tutarak, dünyayı ve dünyanın ardında tüm gerçekliği yokluyor. Dışarıdan çığlıklar gelirken, o sadece babasının sesini duyuyor. Gökyüzünde parlayan ışık, acaba onun içinde parlayan şiddeti, bunların üzerinden, misal bir 8 sene geçse de; bastırmaya yeter mi?

    Acının ve şaşkınlığın unutturduğu, ve şimdi izlediğim herhangi bir filmden farksız gelen onlarca 2 saat, onlarca 10 saniye ve onlarca bana ait zaman dilimi, bana zannettiğimden fazlasını bıraktı.

    Ben o gün, yüzü kırış kırış, elleri toz toprak, gözleri kor alev bir yaşlı kadının, yıkılan evinin hemen önünde, elinde evinin anahtarıyla beklediğini; hem de kucağındaki su bidonuna sarılmış olarak aynı sandalyede, Güneş’in alnında saatlerce beklediğini gördüm. Ben o gün, saatlerce susmayan alarm sistemleri, yüzlerce insanı çıldırmanın eşiğine getirdiğinde sakin kalmayı öğrendim. Ben o gün, birbirlerine, salya sümük ağlayarak sarılan yaşlı dedeler gördüm.

    Ben o gün, çok fazla şey gördüm. Ben o gün, sıfatsız kalmanın erdemini gördüm. Ben o gün herkesin içindeki “ben”i gördüm. Gördüklerimin çoğundan nefret ettim, elimde kalan çok az kısmını, her gün, her dakika göreyim diye gözlerime işledim, kalbime diktim.

    Şimdi geri dönüp bakınca; “İyi ki..” diyorum. “İyi ki, bendim bunları gören. Başka biri bana bunları anlatsa, şu an hissettiğim ve hatırladığım herşeyi anlatsa, onu çok kıskanırdım.” Hayatım boyunca sürmesi muhtemel o tatlı uykudan uyandım. İnsan olmayı, insanlığın kendisini, insaniyetsizliği, insan olmanın gerekliliklerini gördüm; insanı tanımak için insana insanı sunmuştu Tanrı. Ve herşeyi, elinin tersiyle önüme sunmuştu. Ben farklıydım. Ve bunu o gün farketmiştim.

    Yaklaşık 4 saat sonra, 8 sene olacak. Ve umarım, bu gece, rüyamda, o günü anlamaya çalışan o sevimli çocuğu kucağıma alıp, ona sakin olmasını ve herşeyim zannedeceğinden çok daha iyi olacağını söyleyeceğim. İleride gerçekten mutlu biri olacağını ve bu gece göreceklerinin onun aklını, onun dünyasını şekillendireceğini anlatacağım.

    Aynen bundan 8 sene önce bir gece yaptığım gibi. Ben; şimdiyi, geçmişten ve gelecekten ayıramam. Çünkü ben bunu, bundan 8 sene önce bir anda öğreniverdim.

    17 Ağustos Depremi Anısına;
    16 Ağustos 2007, 23:03

    Tunç, senin bahsettiğin töreni yaşayanlardanım ben de.. Bunu da o “an”ın anısına paylaşmak istedim.

  7. İlker İLGEN

    Gelişmiş ülke insanları her geçen gün elindekinin kıymetini bilmeyi varken öğreniyor. Geçmişten aldıkları büyük derslerden bir şeyler öğrenmiş gibiler.

    Peki biz Türkler? Bunu ne kadar bliyor ve öğretiyoruz ?

    Zamanında Atatürk’ün arkasından konuşanlar şimdi bizim yüzümüze konuşuyorlar. Onun ölmesi onların korkularını yenmiş durumda. Çünkü Atatürk’ü anmaz oldu yeni nesil.

    Bence sevdiklerimizi sadece onlar yaşarken değil öldükten sonra da anmasını öğrenmeliyiz.

    Gerçi konu nereye kaydı ama Türkiye de yaşanan son olaylar doldurmuş demek içimi.

    Saygılar.

  8. eda suner

    Ve o an geldi mi bence ne bir dakika demek, ne de durmak gerek!

    Bilakis “Nelerimi alıp gitti bilmem ki; bir yerlerim çoğaldı!”

    demek gerek!

  9. Nesli ERGÜN

    “Hani geceler vardır ya,
    İyi ki yaşandı dediğimiz..”

    bir de o gecenin cidden son yaşanan gece olduğunu, bir daha hayalimizden başka yerde yaşatamayacağımızı o an bilsek.

    Aslında, cenaze törenimizi öne değil de zamanı öne alabilsek ve o an’ı bir daha yaşayabilsek de diri diri gömülmesek yaşarken hayata…

  10. Demir L.

    Sahiden de, ben öldükten sonra arkamdan ne söyleyeceklerse, ben hayattayken yüzüme söylesinler.

    Sevdim ben bu tören işini. (Gerçi yapabilir miyim ayrı!)

  11. Ayça

    Senin yazın da bize iyi bir tokat oldu Tunç. Lazımdı :)

    “Kaybetmenin aslında kazanmak, geride durmanınsa kalplerde önde durmak olduğunu” hatırlattığın için… Teşekkürler.

  12. Eren Kumcuoğlu

    Beklememek lazım sevdiklerin birer birer uçup gitmesini, her zaman kıymeti bilinmeli. Dolu dolu yaşamak lazım birlikte olunan anları, ve farkında olmak lazım eldeki güzelliklerin.

Düşünceni Paylaş!

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir