Theo‘dan sonra “La Rambla” Barselona’da beni en çok etkileyen ikinci şey oldu. Caddenin kendisi değil de, yaşattıklarıydı daha çok akılda kalan.
Plaça de Catalunya’dan başlayıp, Barselona limanına açılan meydandaki Christoffel Columbus anıtında son bulan bu geniş ve uzun caddenin cafe’leri, restoranları, dükkanları vs değildi ilgimi çeken.
Veya çoğu Avrupa şehrinin ünlü caddelerinde gördüğümüz, onca kalabalığın aynı anda yürümesine rağmen sizle göz göze gelmeden, size omuz atmadan, rahatsız etmeden; herkesin kendi halinde olması da değildi bana ilginç gelen.
Caddeyi baştan sona bir festivale çevirenlerdi beni şaşırtan. Sokak çalgıcıları, sanatçıları, göstericileri; adına ne derseniz…
Yok yok, bu öyle sık rastlanan türden değildi. Baştan sona, sağlı sollu; gece gündüz… Yorulanın yerine hemen bir diğerinin geçtiği sürekli bir karnaval bu.
İlluzyonistler, müzisyenler, pandomimciler, ressamlar, sporcular, çicekçiler, falcılar… Yaratıcılıklarını sergileyen yüzlerce sokak göstericisi. Bu denli çeşit zenginliği daha önce görmediğim boyuttaydı.
Kostüm ve makyaj konusunda aşmış, kaç kişinin izlediğine pek aldırmadan, sanki televizyonda canlı yayın özeninde, yaptığı işten muazzam keyif aldığı her halinden belli sokak sanatçıları.
Youtube’un yasak olmadığı ender anlara denk gelirseniz şu video’lara bir ara göz atabilirsiniz:
– Street Dancer (Sokak Dansçıları)
– Ronaldinho (Futbol Gösterisi)
– Mime In Barcelona (Pandomim)
– Barcelona Ramblas (İskelet Kukla)
İnsanın aklına İstanbul’daki İstiklal Caddesi geliyor tabii doğal olarak.
Beyoğlu’na ne sıklıkta gitme şansınız oluyor bilmiyorum ama burası benim [altı yılın üzerinde çalışmama rağmen,] hayatı kaçırmama adına halen sıkça gittiğim bir cadde.
Birbirinden çok farklı resimler verse de gece ve gündüzü; nefes aldığımızı, özgürlüğümüzü ve aynı zamanda dünyanın merkezinde olmadığımızı hatırlatan sınırlı sayıda yerlerden.
Fikir Atölyesi’ndeki birçok yazının ilk ilhamını aldığım caddedir de aynı zamanda. “Kafam Karıştı!“, “Yapmam Gereken? Hem de Kendi Yolumla!” ve “Emo…” ilk aklıma gelenlerden.
Genç – yaşlı, zengin – yoksul, güzel – çirkin, takım elbiseli – şortlu, yerli – turist, eğlenceli – sıkıcı; herkes… Sarhoşuyla, kapkaççısıyla, polisiyle, aşıklarıyla… Eğlencesiyle, sanatıyla, iş hayatıyla, gösteri yürüyüşleriyle, her türlü tezatın ve rengin birarada olduğu.
Onca kalabalığa rağmen yanlızlığınızı yüzünüze vurabilen… ve kendi hayatınızı size sorgulatmayı becerebilen bir caddedir bu İstiklal Caddesi.
Görebilen gözlere çok malzeme sunan bir gayriresmi geçit gibidir.
Türkiye geçer bu caddeden.
Ama La Rambla’yı unutulmaz kılan, bizim sokak göstericilerimiz ise geçemez bu caddeden.
Geçebilenler de tedirgindir. Çünkü onların zabıtayla veya polisle köşe kapmaca oynama durumları vardır her an.
O yüzden koca caddede kısa aralıklarla gitar, bağlama veya org çalan çok az sayıda kişi görürsünüz.
Onları midye dolma satıcılarıyla aynı kefeye koymak işin kolayıdır çünkü.
Bu grupları beğenip beğenmemek değil konu. Kişilerin daha çok cesaretlenip sokağa çıkmak istemesi ve ilgi görenlerin de doğal beğeni/seçim sürecini yaşayabilmelerini söylüyorum.
Özgür olabilmeleri, kendileri olabilmeleri…
Sokak demişken;
İstiklal Caddesi’nin belki de en bilindik müzisyenleri olan (sonradan Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul)” filminde yer almalarına rağmen, bugün kendi yaşam tarzlarından ödün vermedikleri için ciddi ekonomik sıkıntıları olan) Siya Siyabend isimli bir grup var.
Onların “sokak ve ticaret” üzerine söyledikleri oldukça çarpıcı:
“sokak müziği yoktur, müzik sokakta da olmalıdır.
sokak oyunu yoktur, oyun sokakta da olmalıdır.
sokak sergisi yoktur, sergi sokakta da olmalıdır.
sokak sanatı yoktur, sanat sokakta da olmalıdır.
ve esasen; sokak hayatı yoktur, hayat sokakta akmalıdır.
ama maaleef günümüzde hayat sokaktan dışlanmakta ve sokaklar tamamen ticari faaliyetlere peşkeş çekilmekteler.”
Ticareti hayatlarının temel noktası yapmak yerine, inandıkları uğruna her gün nefes aldıklarını hisseden kişilerin sokakta olması dokunuyor bazılarına.
Yazıyı yayınlamadan önce Beyoğlu’nda yaşayan müzisyen bir arkadaşımla konuştum. Tanıdığı çok sayıda sokak müzisyeni arkadaşı var. Hepsinin de polis ve zabıtayla başının dertte olduğunu anlattı bana.
Bu işin bir izni var mıdır, varsa kim verir, hangi kritere göre verir, ücret alınır mı; bilmiyorum. Sanırım bu işi yapanlar dahi bilmiyor! Bir ara metro çalgıcıları için belediyeden 500 ytl karşılığı izin alınabildiğini duymuştum. İstiklal Caddesi ise bana muamma.
Milyon dolarlar kazanan sevgili futbolcularımızın askerliklerini tecil edebilmek veya kazançlarını vergiden muaf tutabilmek için üstün yaratıcılıklarını kullanan politikacıların söyledikleri neden şu: “ülkemizi temsil ediyorlar.”
Doğrudur!
Peki her gün binlerce turisti ağırlayan İstiklal Caddesi gibi mekanlar bu ülkeyi futbolculardan daha çok, daha yakın temas, daha canlı temsil etmiyorlar mı?
Bırakın turisti…
Hafta sonlarında tek günde üç milyondan fazla kişinin bu caddede yürüdüğü söyleniyor. Bizim kendi halkımıza iyi vakit geçirtmek, onlara hoş bir şeyler sunmak çok şey mi istemek? Bunu sağlayacak yetenekli ve yaratıcı kişilerin sokağa çıkmalarının desteklenmesi (en azından kösteklenmemesi) çok şey mi istemek?
Sanırım cevap evet!
Beyoğlu Belediye Başkanı Sn. Ahmet Misbah Demircan‘ın cevabı ne acaba? [Bu yazımızın linkini başkanın resmi kişisel sitesindeki ‘bana ulaşın‘ bölümünden gönderdim. Dilerseniz siz de gönderin. Bir cevap alırsak da yayınlarız yine burada.]
Üstelik konumuz sadece müzisyenler de değil. Tıpkı La Rambla’da olduğu gibi ressamı, sporcusu, illuzyonisti, pandomimcisi… Yeteneğinin farkında olup bunu geliştiren, geliştirirken paylaşan, bu sayede de üç beş kuruş kazanan herkes. İstiklal Caddesi’ne ve İstanbul’a katacağınız çok şey var. Bizim de sizden öğreneceğimiz.
Yeter ki karışmasınlar.
Siya Siyabend ve modern çağın diğer dervişleri…
Onlar rantı bol günümüz düzenine isyan ettikleri için pek çıkamıyolar su yüzüne. Çıkarılmıyorlar belki de.
“şunu bilin ki bi albüm gerçek müzik değildir. gerçek müzik çalma-dinleme anında ortaya çıkan ve o anın gerçek (çalan ve dinleyen arasındaki) etkileşimini taşıyan müziktir” diyecek kadar sokağa inanan, ancak sokağı romantikleştirenler için de “taş taştır, kafanı koyunca anlarsın” diyecek kadar gerçekçi yaklaşan Siyabend’in, Fatih Akın filminde yer alan o müthiş sözleri ile de bitirelim bu yazıyı:
“Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar.
Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler.
Onlara aldırma hayyam.
Dostum.”
Yorumlar 23
beyler bir ricam var .Son bir yıl içerisinde İstiklal caddesinde ki bir müzik gösterisinde (sokak Müzisyenlerinin) müzik eşliğinde dans ederken yaşlı pazardan dönen bir teyzeninde eşliğinde güzel bir sunum seyretmiştim..Fransız elçiliğine yakın boşluktaydı …İnternette yaygın bir şekilde izledik ama sontra kaybettim ..Bu konuda yardımı olacak olana müteşekkir kalacağım…Karadeniz yöresi bir müzikti sanırım…Sevgilerimle…
sanat sanat için değildir sanat toplum içindir. ben de bir metro çalgıcısıyım, keman eğitimi almaktayım, gitar çalmaktayım parkta çünkü ikamet ettiğim şehirde metropol yok. çeşitli senaryolar yazmaktayım, besteler yapmaktayım, bir damla gözyaşı dökmüşümdür hep o parkta ben sanatımı icra ediyorum insanlar gelip geçiyor nasılsa.
Pingback: Gaudi | Gazetem Sanat
“Siya Siya Bend” her ne kadar düşündükleri uğurda taviz vermeyen gözükse de yine sistemin bir uzantısı olan uyuşturucunun bağımlısı olmaları, tezgahta sattıkları albümlerini akşamın nevalesi ota orospu yapmaları ve müzikal olarak berbat olmaları bana haklarında olumlu düşündürtmüyor.
Replikas da zamanından sokakta çalmıştır, etmiştir. Yine aynı sokak insanları arasında Mert (Say Eyed Lemur grubu) vardı, en protest duruşlu olarak. İşte gerçekten taviz vermeyen, kendini bir ticari kaygıya kaptırmayan, kucak dolusu sayıda albümler yapan bir insan. Ama SSB’nin adeta bir hıyar satıcısının bedliğiyle, sesiyle albümlerini hep en son yeni albümü diye kakalamaya çalışması ve bu paralarla ot ya da toz alacaklarını bilmek inanın hiç sempatik gözükmüyor.
Ayrıca İstiklal’in bu saydıklarım dışında kendine has bir sürü müzisyeni vardır; belki popüler bir filmde çıkmamışlardır, ama caddedeki varlıkları çok daha köklüdür.
ne garip, la rambla’yı tam 15 sene önce dolaştım ve fikirlerine aynen katılıyorum. istiklal caddesinde yıllarımı geçirdim ve murat’ları çok eskiden beri tanıyorum.b u kadar benzerlik olunca yazıyım dedim.
siyabend’in inançlarına destek veriyorum. hep insanlarımızın bu çocukları tanımaları, bilmeleri gerektiğini düşünmüştüm. ve işte yıllar sonra sahneye çıkmaya başlıyorlar…
MuZiq HeRYeRDe inSanLaRıN iCiNDe ONeMLı OLaN O MuZiqi DoqRu AnLaMak Ve YaSaMaqtaN GeCiYo EmeGı GeCeN HeRkeZe TeSeKKuRLeR..!
Bunları da gördünüz mü efendim?: burakargin.blogspot.com/2008/05/prens-prenses
Gerçekten ben de çok etkilenmiştim, o kadar çok fotoğraf çekip video kaydı almıştım ki döndüğümde farkettim. Las Ramblas’ı gördüğüm anda İstiklal Caddesi aynen benim kafamda da canlandı, bizde neden böylesi yok! Bunu ne zaman anladığımı başımdan geçen bir olayla anlatayım:
1.5 ay kadar önce İstiklal Caddesi’nde dolaşırken farklı bir müzik geldi kulağımıza. Galatasaray Lisesi’ni geçince ilerde sağda bir grup Meksikalı etnik müzik yapıyorlardı. Kendilerine özgü çalgıları ile kendilerini izleyenleri hayran bıraktırdılar. Para dahi almıyorlardı; cd almak isterseniz alıyordunuz.
Derken bir araba yaklaştı, içinden inen zabıtalar olsa gerek; müziği kestiler. Kalabalığın içine girip, müzik icra eden yabancıları(!) uyardılar. Adamlar sustu, korktular. Kalabalık ise olan bitene anlam veremiyordu. Birkaç kişi bağırmaya başladı. Hukuktan bahsettiler, kanuna uygun olup olmadığını sorguladılar. Alkışlar gecikmedi. Kalabalık sesini yükseltti. Ne iş yaptığı belli olmayan görevliler, belki de emir işçileri bir şey diyemeden arkalarını dönüp uzaklaşmak zorunda kaldılar. Ama Meksikalıları ne kadar desteklesek de aynı heyecanla müziğe başlatamadık. Başaramadık. Kırılmışlardı belki, korku değildi bu. İçim cız etti.
Las Ramblas geldi aklıma ve neden başaramadığımızı o an anladım. Acı değil mi?
Metroda müzik yapmak için kimse para ödemiyor. Birçok arkadaşımı Ulaşım A.Ş. Halkla İlişkiler bölümüne yönlendirmişliğim vardır. Çocuklar iyi müzik yapıyorlarsa, kendilerine bir çizelge veriliyor. Belirlenen duraklarda, belirli zamanlarda çalabiliyorlar.
Ama tabii bu arkadaşlar sokak çalgıcısı sayılmaz. Siya Siyabend gibi ustaların yanında. O adamlar alanında tek bence. Çünkü sokakta müzik yaptıktan sonra uyumak için yine sokakta olan ve onlar kadar iyi müzik yapan başka grup bilmiyorum.
Bir de şu ayrım önemli, sokakta müzik yapanlara “çalgıcı”, salonda yapanlara “sanatçı” diyoruz. Aradaki adaletsizliğin kaynağı burada.
Belediyenin işe atmasını istediğiniz yerde de bir handikap var; Siya Siyabend müziklerine belediye el attığında ne yapar dersiniz? Diyelim ki belediye onlara, cadde üstünde müzik yapabilecekleri gün ve yer tayin etti ve onlara hiç karışmadı, Siya Siyabend bunu kabul eder mi? Siyabend’in ruhuna aykırı izinli iş yapmak!
Bir de şunu belirtmeliyim ki, Barselona’daki ya da İtalya’daki bir cadde ile İstanbul’daki bir caddeyi kıyaslayacaksanız bunu Fransız Sokağı üzerinden yapın. İstiklal Caddesi’nin kendi ruhu zaten var.
Sevgili Tunç,
La Rambla ile ilgili gözlemin benim de ilk defa Barcelona’ya gittiğimde hissettiklerimi yansıtıyor. Aslında ben bunun eksikliğini en çok Paris’te yaşadığım dönemde oradaki metro sanatçılarını gördüğümde ve İstanbul’a döndüğümde hissetmiştim. Bence Barcelona’yı da Paris’i de canlı ve sempatik kılan sadece tarihi eserleri, kafeleri veya şehrin mimarisi değil daha çok bu sokak sanatçıları.
Ben Paris metrosunda çok sefer bir quartet’in muhteşem klasik müzik resitalini dinlediğimi veya iki durak arası vagonun içinde bir müzikli kukla gösterisini hayranlıkla takip ettiğimi hatırlıyorum da sanırım Paris’ten neyi özlediğimi düşünce aklıma Louvre veya diğer yerler yerine sadece bunlar geliyor. La Rambla yı da özel kılan yine bu sokak sanatçıları hatta cadde üzerinde grafiti yapan çocuklar sanırım.
İstiklal caddesi üzerinde ofisi olan ve son 10 yılının hemen hemen her gününü burda geçiren biri olarak malesef caddenin son hali beni çok üzüyor. Bıraktım sokak sanatçılarını ben cadde üzerindeki ağaçlarımı özlüyorum.
Bu satırları yazarken İstiklal den kulağıma gelen tek ses bir taş kırma makinesinin sesi. Caddenin taşları 100.000 kez yine değişiyor oysa ben balkonumun kapısını açtığımda ofisime caddeden gelen bir akordiyon sesinin gelmesini Pera ya çok daha yakışacağını biliyorum.
Belediye başkanına yazının linkini yolluyorum ama aramızdan bir çok kişinin hissettiği gibi ben de ümitsiz olduğumu belirtmek zorundayım. Ama neden yanılıyor olmayalım, İstiklal caddesi dünyadaki çok özel yerlerden biri neden duyarlı birileri çıkıp caddemizi dünyadaki tüm insanların hatırında kalacak ve Pera nın küştürel geçmişine yakışır bir yer olması için gerekli düzenlemeleri yapmasın.
Yazılarını okumak çok keyifli arkadaşım. Keyifle kal, sevgiler.
Pingback: Antoni Gaudi | Fikir Atölyesi
Merhaba
Yıllar önce hatta uzun yıllar önce (7-8 yaş civarları) babama zorla aldırdığım org ile sokakta tek nota bilmeksizin para kazanmak amacıyla yaptığım müzikal işkenceyi hatırladım. Bir günlük macera olsa da sokakta bir şeyler çalmanın ne demek olduğunu biliyorum.
Denemeyen bilmez. Hayır, bunlar hep deneyim, tecrübe… :)
Evet belki her hangi bir enstürman çalamıyorum ama en azından müzik nedir biliyorum. Ve sokakta gördüğüm (metroda saz çalan ve ne dediğni çözemediğim amca hariç) tüm müzisyenlere hem saygı duyuyorum, hem de müziklerini sokağa taşıma cesaretini gösterdikleri içinde kutluyorum.
Ve konu muhaliflerine rağmen, inadına inadına sokakta daha fazla müzikal cesaret diyorum..
Siya Sibend’in en sevdiğim yanı doğaçlama söyledikleri şarkıları harika.. Ama İstiklal Caddesi’ne gitmek kısmet olmadığından canlı dinleme imkanım olmadı kendilerini.. Sadece devlet baba’mızın izin verdiği zamanlarda youtube’tan dinledim doğaçlamalarını.. ama bütün albümlerine sahibim, albümlerini bol bol dinliyorum.. :)
İstiklal caddesi’ne gelecek olursak, tunç abi bende ki istanbul aşkını az çok biliyorsun.. İstiklal Caddesi benim ilk vurulduğum yerdi İstanbul fotoğrafları arasında.. sonra bu aşk büyüdü gelişti tabii.. =) Ve sanırım hayallerime kavuşmam için sadece 9 gün kaldı.. :)
Alicia’nın: “Ignoring the problem doesn’t help.” dediğini muhtemelen bilmeyen Public Servant Official’ları seçenlerin hiç mi kusuru yok?
Bilgi Paylaştıkça çoğalır olduğu halde; 4982 sa. Bilgi Edinme Yasasını çıkartanlar bu halkın seçtikleri değil mi? Bir de bunu sadece Kamu Kurumlarında kullanılabilir bir yöntem olduğunu dile getirenler de bu halktan değil mi? Kültür erozyonunun insanlarımızı ne duruma düşürdüğü görülmez mi? Hayat, yalnızca yemekten mi ibaret ki?
Oysa, “Özellikle kamunun faiz dışı harcamalarındaki yüksek artışlar, hem enflasyonla mücadeleyi, hem de mali istikrarı tehdit etmektedir” dedi. Rifat Hisarcıklıoğlu. Yalan mı? Önce öğretip sonra uygulatılması gerekirken, nasıl olsa öğrenir diye Fransa’ya Büyükelçi gönderirken Fransızca bilgisi aranmaması da bu ülkede yapılmadı mı?
“DON’T LIE FOR THE OTHER GUY” CAMPAIGN yapıldı da bizim mi haberimiz olmadı?
Anayasa’yı zorla değiştirilmesi için 3er kişi’nin yeterli olabileceğini öne sürmekle Anayasa’nın ne kadar güçsüz olduğunu ifade ettiklerini ayırt etme gücü olmayanlar; bu memleketin üreticilerinden elde edilen vergilerle nemalanmadılar mı? Türü bir çok hatırlatmadan sonra Değişmeyen tek şey’in DEĞİŞİM’in bizzat kendisi olduğunu tekrar belirtmeli miyim?
Sindirim organının başlangıç noktası her canlı varlıkta yok mu? Zihniyet devrimi yapacak kurumlar olmadıkça Anayasa’nın Egemenlik Hakkımızı kullanabileceğimizi belirttiği Kurumlarda Milletin vergileriyle maaş alanlar maksatlı olarak Millet’e, Haklarını öğretmeden Akış Yönüne Uymak zorundasın, dedikçe ben de Allah Fazıl SAY’a uzun ömür versin diyeceğim.
Zaten lafım anlayanlara. Medeni cesaret sahibi olanlara, seçimlerde Noterlik yapanlara değil elbette.
Kolay gele, tespitlerini paylaşan sen ve senin gibilere sonsuz teşekkürlerimle. ÜRETİM, aksini kim iddia ederse etsin, AHLAKI GELİŞTİRİR.
Pingback: La Rambla, İstiklal Caddesi ve Siya Siyabend. | www.frmedya.com Blog Arşivi
Sanatla ilgilenen bir toplum değiliz malesef.
İnsanlar çocuklarına hangi bilgisayarı, hangi cep telefonunu alacaklarını en ince ayrıntısına kadar araştırıyorlar. Çocuğunun hangi fakülteyi okuyacağına da karar veriyorlar.
Ben çok az şahit oldum ailenin çocuğuna hangi müzik aletini sevdiğini ya da çalmak istediğini sorduğunu. Ya da bu konu ile ilgili bir kursa göndermeyi planladığını.
Bunu yapan ailelerde belli bir eğitim ve maddi seviyenin üzerinde olan aileler diyeceksiniz. Ben de değildi diyeceğim.
Eğitim ve maddi durumu iyi birçok ailede bu soruları çocuklarına sormuyorlar ya da sanatla ilgilenmelerini istemiyorlar. Yoksa bu kadar az sanatçı yetişen bir ülke olmazdık. Heleki dolar milyarderi zenginlerimizin çocukları herhalde virtiöz olurdu.
Bu hükümetin bir vekili değilmiydi senin albümün kaç satıyor diyen bir sanatçımıza soran?
Toplum eğer sanata ilgi duyarsa zaten kimsenin kimseye izin vermesi gibi bir durum ortaya çıkmaz diye düşünüyorum.
Deniz kıyısında yaşayıpta denizle bu kadar az ilgilenen bir şehirde yaşamak yeterince acı veriyor. Üzerine deniz manzarasının karşısına oturup paranın dibine vurmuş insanların bir de şehrin dibine vurması yokmu. offff offff…
Ayrıca bunlar iyi günlerimiz olabilir mi? Bir de kendisine islami kesim diyenlerin özellikle batı müziğine bakışını biliyoruz. Sokaktakilere sizce nasıl bakarlar? Medine dilencisi mi? Yok canım. Medine dilencisi onların yanında cuma dır.
Çok güzel bir yazı olmuş Tunç abi, ben elimden geldiği kadar takip ediyorum bu siteyi ve her defasında başka biri olarak kalkıyorum bilgisayar başından…
İstiklal caddesini hiç görmesem de Ankara’da ne kadar acelem olursa olsun sokağın boş gürültülerinin içinde bir ezgi duyarsam hemen kulak kabartırım ve müziğin hakkını vermek için oturur dinlerim bir iki ezgi… İnanın bana orada dakikalar boyu insanları izleyerek yaşamı keşfederim yeniden kulağımda belki ud belki de gitar sesi…
Tıpkı dedikleri gibi belki de gerçek sanat insanların içinde, belki de gerçek sanat büyük balo salonlarında değil sokağın o boş gürültüsü içinde duymayı becerebilen kulaklarda:-)
Hoşçakalın.
Nacizane bir yurtdışı gezisinde, İtalya’nın Bari kentinde konuştuğum bir sokak çalgıcısı geldi aklıma, yazıyı okuyunca – adamın yanında “beraber yaşadıkları belli olan” bir köpek vardı-:
“Evcil hayvan sahiplerine, hükümet yardım yapıyor; o yüzden ben ona değil, o bana bakıyor diyebilirim.” demişti. Keza, onun için, köpeğinin basit bir arkadaştan farklı olduğu belliydi. Birbirlerine duydukları bir aşk vardı, besbelli.
Adam çalmaya başladığında, köpeği, adeta ustasını izleyen bir çırak gibi onu izliyordu. Etraf kalabalıklaştıkça, adam da, insanların arasında köpeğin yerini göz ucuyla tayin ediyor, belli ki rahatlıyordu.
Bu yolculuk sonrası, Türkiye’ye döndüğümde, gerek İstiklal Caddesi’nde, gerek metroda, orada, burada, sokak çalgılarını ve sanatçılarını gözlemlerken dikkat ettim: bazılarının yanında köpekleri, hatta kedileri vardı! Devletin, kendi sanatçısına bile olanak sağlayamazken, hayvanlar için bir girişimde bulunmasını dilemek, pek tabii ki biraz ütopik kaçacaktır; ama sokak sanatı gibi, etkileşim ve katılım ile varolan bir kavramın böyle pırıltılarla, şimdiden, biraz da olsa bezenebiliyor oluşu, ilerisi için umut vaadedici.
Dikkat edenler vardır, Tünel’e doğru rastlamış olabileceğiniz bir performans sanatçısı vardır; bir kuklacı.
Aklınızda olsun, yolunuz düştüğünde eğer oradaysa, beş dakikanızı ayırın ve izleyin: kuklasıyla konuşan bu adamın yaptıkları, eminim hepinizi etkileyecektir. Kuklasını kendi yapıyor, kendi yazıyor, yönetiyor ve oynuyor. İşte, sanat bu yönden bakıldığında naiftir. Sokakta, kişisel, herkese ait ve şeffaf.
İnsanın aklına, ister istemez bu adamların hepsini kocaman tırlara doldurup, şehir şehir gezdirmek; küçücük minicik içi dolu turşucuk festivaller yapmak fikri geliveriyor. Kim bilir, belki bir gün birilerinin aklına gelir de; yağlı sanat galerilerinde, samimiyetsiz müzayedelerde gövde gösterisi yapmak yerine, biraz daha “gerçek” bir şeye destek vermiş olurlar.
İçinden su geçen şehirlerin en güzellerinden biri Barselona… İçimde birinin bir müddet yaşamak istediği şehirlerden ve elbette La Rambla… Yeryüzünde tarif edilen bir cümbüş, yani nefes alan bir sirk, tümüyle hayatiyet, tam da bu dünyaya ait…
İnsan La Rambla’da gerçekten yaşadığını hissediyor, hayat akıp giderken orada olduğunu, bu cümbüşe katıldığını ve iyi ki de burada olduğunu hissediyor…
Hayatım en güzel Malaguena şarkısını bir Çingene kızdan dinlemiştim, orada. Bana böylesine dokunan bir ses hatırlamıyorum, hala nice büyük sesler dinlememe karşın… Belki biraz Souad Massi ona yakın olabilir ya da benim bayıldığım Fairuz, Natacha Atlas ya da Niyaz…
Sokak hayatın ta kendisi müzik de sokağın sesi… Yazarın çağrısına katılıyorum, bizim İstiklal nam-ı diğer Beyoğlu da tam da La Rambla gibi olmalı, çünkü burası batının ve doğunun kalbinin buluştuğu bulunmaz bir yer, sokaklarından akarken milyonlarca insan, bu cümbüşe katılmalı…
Her Avrupa seyahatimde sokakta sanat yapanları gördükçe hayıflanırım. Neden bizim sokaklarımız da böyle olamıyor diye.
Henüz diğer bölümlerini yazmadığım masalım tam da bu konuya uygun. “Düş şehir”.
Şu linkten okuyabilirsiniz.
Umarım bu masal, düş gerçekleşir.
Siyabend’ in
“Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar.
Şu cahillere bak, dünyaya egemen onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler.”
sözleri ise muhteşem. Herşeyi anlatıyor zaten.
Tunç bu sefer çok iyi bir gözlemde bulunmuş. Cadde sanatçıları kültürü bizim ülkemizde henüz yerleşmemiş. Sokak sanatçısının sokak köftecisi kadar değeri yok ülkemizde. Ancak bu ülkelerin genel kültürel ve ekonomik gelişmişlikleri ile alakalı bir konu.
Sokak sanatçılarının sorunlarına kanuni bir düzenleme ile çözüm bulunması bile zor. Çünkü bizim ülkemizde sokakta gerçekleşen her eylem orman kanunlarına tabi. Biz henüz sokaktaki park sorununu seyyar satıcı sorununu mafyanın elinden kurtaramamışken sokak sanatçılarının işi zor.
Daha çok fırın ekmek yememiz lazım ki sokaklarda orman kanunları değil de yasal düzenlemeler işlesin.
Tunç, kafa dinlemek için yaptığın kaçamaklarda dahi fikir atölyesi aklında, bizlerle neler paylaşacağını düşünüyorsun eminim o caddelerde yürürken.
Paylaştıkların da samimi olduğu kadar düşündüren, harekete geçiren yazılar oluyor hep.
Ben bu yazıyı arkadaşlarıma forward edip Beyoğlu belediye başkanına bu yazının linkini mail atmalarını isteyeceğim. Belki ufak bir katkımız olur.
O başkan İstiklal Caddesinde acaba kaç tane sokak müzisyeni ile bizzat tanışmış, onları sokakta izlemiş? Geçtim destek olmayı, onları bildiğini bile sanmam.
Umarım yanılıyorumdur ve bu yazı bişeyleri tetikler.
TV 8 deki Gulhan Sen’in sundugu Galaksi Rehberi’ni izliyor gibi oldum yaziklarini okuyunca ve bir yorum yazmadan gecemedim…
Gerek Hollanda, gerekse diğer Avrupa ülkelerinde de çok yaygın dediklerin ve ilettiklerin Tunç…
Özellikle metroda Horon çalan bir amca var. Karadenizli olduğumdan hele Horon’un diğer kökenim arnavut ve balkan ezgilerini de andırması hoşuma gidiyor. Her geçişimde görürsem para veriyorum. Bir gülümsemesi yetiyor.. Sonra ben yuruyen bantta uzaklasirken… Hala sesini duyabilmek horonunun hoşuma gidiyor…
Bıraksın yasal olsun.. Tüm turistler sokaklarda türk ezgilerini duysun :-)