– Mesela tıp okullarında günde bir saatlik ders olsa ve arkanızda oturan arkadaşınız size masaj yapsa. Evet, masaj! İşte bu yüzden hastasının ayağına masaj yapan bir doktor göremiyoruz bugün.
– Mesela hastaneler, hastaların ve çalışanların oylarıyla haftanın “en kaba, en huysuz doktorunu” seçip duvara kocaman bir resmini assalar. Hiçbir doktor bu oylamada “kazanan” olmayı istemeyecektir.
– Mesela hastane koridorlarına şarkı söylemeden girilmese…
Bunlar, “insanlığın kendisini” en büyük ilaç yapmak isteyen Adams’ın onlarca fikrinden bazıları. Hani şu “Patch Adams: Anarşist Palyaço Doktor!” ile başladığımız yazı dizisinin kahramanı olan deli doktor!
“Dünyadaki hiçbir tıp okulu sağlıklı olmayı, zinde olmayı öğretmiyor. Benim tüm tıp eğitimim boyunca ‘sağlık’ kelimesi derslerde geçmedi. Geçen hep: ‘hastalıktan kurtulmak’ oldu. İyi beslenme, egzersiz, ve tabii ki sevgi kelimeleri hiç geçmedi. İşte size tıp okullarının vizyonu!”
Praktisi aşkla yapmaktan bahsediyor kısaca.
Kanser var tamam, o da bir doktor olarak yardım etmek istiyor, ancak o öncelikle ne oluyor da insanlar kansere yakalanıyor, onu bilmek istiyor. İntihar oranları, özellikle zengin ülkelerde yükseliyor. Bu intiharları durdurmaya çalışmak güzel de, o asıl neden zengin ülkelerde intihar oranları daha yüksek, bunu bilmek istiyor.
“Bir doktor ‘neden’ sorusu sormalı. Sonrasında, çözüm için nasıl bir model uygulanmalıyı araştırmalı. Doktorun en önemli işlerinden biri ‘sağlıklı olmanın tasarımını’ yapmak olmalıdır” diyor.
Küstah doktrolara ve ilaç şirketlerine ise ateş püskürüyor: “Sizin öncelikli işiniz iyileştirmek değil, ‘önemsemek’ olmalı.”
“Her geçen yıl, ‘iyileştirme’ konsepti üzerine daha mütevazi olmaya başladığımı görüyorum. Tıp veya başka bir insan biliminde ‘iyileştirme’ konseptini konuşmak çok tehlikeli, hatta küstahça. Çünkü iyileştirilmeye başlanılan daha ilk haftada doktorlar tarafından aşağılanacaksınız.
Yılın her günü, günün her saati ilgi gösterebilir, özenli davranabilir, umursayabilirsiniz. Ancak hiçbir zaman tedavi yapmadan iyiliştirmeyi garanti edemezsiniz. Bir hastalık üzerine ne kadar uzman olursanız olsun, tedaviyi yapmadan da o tedavinin olası tüm yan etkilerini ve sonuçlarını bilmezsiniz.
İlaç şirketlerinin tedaviyi önemsediği söyleniyor. Oysa onların önemsediği tek şey karlılık. Dünyada karlılık oranları en yüksek şirketler hep ilaç şirketleri. Tehlikeli olabilecek ilaçları dahi göstermelik araştırmalarla satışa sunabilirler. Antidepresan veya rahatlatıcı gibi tüm psikiyatrik ilaçlar praktis amaçlı satılıyor.”
İçinde; bugüne kadar yapılmış devrimlerin tarihinden, projelerini hayata geçiren kişilerin hayatlarına; politikadan ekonomiye; sosyolojiden çevre bilimine; şiir ve dramadan, kurgu romanlara kadar 18 bin kitabı olan bir kütüphaneye sahip Patch Adams. Bu okumalar ona, devrim yapan herkesin esasında sadece birer insan olduğunu, adaletsizlik ve şiddetin karşısında bir şeyler yapabileceğine tutkuyla inanan ve harekete geçen kişiler olduğunu öğretiyor.
Bu devrimlerden biri de; “arkadaş canlısı” olmak. Çünkü kişilerin ‘en insan’ oldukları yerler sevdiği arkadaşlarıyla birlikte olduğu anlar. Arkadaş canlısı olmanın bir alt kategorisi, hastanede hasta bir çocuğa arkadaşça davranmak. “Bunun gibi 10 milyon alt kategori sayabilirim” diyor.
“İnsanlar kendi hayatlarında devrimci olmalılar.”
Bu yaklaşım sadece hastanelere özel olmak durumunda değil. Uyandığımız andan itibaren ailemize, okula veya işe giderken yolda, otobüste, metroda karşılaştıklarımıza, okul veya iş arkadaşlarımıza… İçinde yaşandığımız topluma keyif veren, sevinç saçan neşe kaynağı bir kişi olup olmayacağımıza karar veriyoruz. Tıpkı sevdiğimiz arkadaşlarımızla birlikte olduğumuz anlarda yaptığımız gibi. Bu kararı uyanık olduğumuz her gün, her an veriyoruz.
Hepimizin hayatı sevme ve sevilme üzerine kurulu. Ancak bununla ilgili çoğumuzun bir stratejisi yok!
“Aşk stratejiniz nedir?” diye soruyor Adams.
“Sevme adına uyguladığınız politikanızı veya düşünülmüş hareket planınızı sorduğumda insanlar şaşırıp, cevap veremiyorlar. Ama futbolla ilgili stratejilerimiz var. Çünkü futbol sevmekten daha önemli! Okullarda şefkat öğretilmiyor. Yuvadan lise sona kadar hafta beş saat, tıpkı dil veya tarih gibi, sevme dersi de olsa, işte o zaman belki erkekler karılarını dövmez. Ve belki işte o zaman kadınlar bir popo parçasından fazlası olabilirler.”
Patch Adams’ın bu sevgi stratejisini okurken, aklıma Einstein geldi.
“Full Catastrophe Living” (Jon Kabat-Zinn) kitabında, 1950 yılında geçen ve (29 Mart 1972 tarihinde The New York Times’da da yayınlanan) gerçek bir hikaye anlatılıyor:
Einstein, Princeton’da the Institute of Advanced Study’de çalışırken, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan birçok kişiden mektuplar alırmış. İnsanlar içinde bulundukları kişisel problemlere çözüm için tavsiye istermiş. Bilimsel alandaki başarılarından gelen bilgeliğinin yanında, “şefkat” konusuna getirdiği farklı bakış açısı da ona haklı bir ün kazandırmış.
Mektuplardan birini, 16 yaşındaki kızını ani bir ölümle kaybeden Yahudi bir din adamından almış. Haham’ın 19 yaşındaki diğer kızı da, kardeşinin ölümünü kabullenmeyip, yaşama küsmüş.
Büyük kızını da kaybetme korkusuyla çaresizce yardım isteyen bu babaya, Einstein cevaben şunu yazıyor:
“İnsan, ‘Evren’ adını taktığımız bütünün, zaman [yaşam] ve alanla [vücud] sınırlı bir parçasıdır. İnsanoğlu kendini deneyimlerken, düşünce ve duygularını, bütünün geri kalan kısmından ayrıymış gibi algılar. Bu, insan bilincinin optik bir yanılgısıdır. Bu yanılgı da, bizi, kendi arzularımız ve yakınımızdaki birkaç kişiye olan sevgimizle kısıtlayan bir hapishane gibidir. Yapmamız gereken; şefkat çemberimizi, ‘yaşayan tüm canlıları’ ve ‘güzelliğiyle bütün doğayı’ kucaklayarak genişletmek ve kendimizi bu hapishaneden kurtarmak olmalıdır. Kimse bunu tamamen başaramaz, fakat bu tür bir kazanç için gösterilecek çabanın kendisi, özgürleşmenin bir parçası ve [vicdani] içsel güvenin temeli olacaktır.”
Sanırım bir insanın yaşayabileceği acılar içinde en berbat ve en büyük olanı evlat acısı. İşte o acıyı çeken bir babaya yazdığı bu müthiş mektubu okuduktan sonra, Einstein için yapılan “dünyanın en zeki insanı” yakıştırması yetmemeye başladı.
Kapitalist düzene karşı olan görüşlerini içeren bir sonraki yazıyla, Patch Adams yazı dizimizi bitireceğiz. O zaman kadar da sizden rica etsem, burada benimle “aşk* stratejinizi” paylaşır mısınız?
*Güncelleme: “Aşk” kelimesi ile ne demek istediğimi, Dr. Serdar Savaş aşağıdaki yorumu ile benden daha iyi dile getirmiş:
“Aşk kendi dışındaki bir kişi, düşünce, ideal için kendinden vazgeçebilmektir. Buradaki ?kendi? kavramı, insanın ?kendi algısı?dır. ?Ben? denilen o kendilik, öyle kıskanç, öyle dedikoducu, öyle haris, öyle pinti, öyle hazımsız, öyle vahşi, öyle tüketici, öyle sahip olucu, kısacası öyle bencildir ki, onu çıplak görseniz korkudan taş kesilirsiniz.
Ben?in, Ben?den başka bir şey için kendinden vazgeçebilmesi için o Ben?in içindeki Öz Ben?e ulaşmasını gerekir (Mevlana, Yunus Emre) Bu acılı bir süreçtir. Bu süreci yaşamak öğrenilebilir.”
Not: “Patch Adams: Anarşist Palyaço Doktor!” ile başladığımız bu yazı dizisinin son bölümü de; “Bizler, Zenginlere Hizmet Eden Robotlarız.“
Yorumlar 26
Ah Aşk!!!
Hem deli gibi bir acı, hem deli gibi bir mutluluk ifade ediyor benim için. bunlar birbirini götürürebilir mi. Götürürse geriye ne kalır?
O süreçte çırılçıplak kalmak Aşk. Kaldım ve kendimi görünce gerçekten taş kesildim. Sanki başka biri daha vardı içimde. İçimde onlar öyle savaştaki yorgun düştü ruh.
Şimdi ne aklı ne de kalbi kullanacak güç kaldı geriye….
bizler aslında algılarımıza aşık oluyoruz değerli arkadaşlar. bir sinir sisteminin arkasına saklanarak sevdiğimize dokunabiliyoruz yine bize onu o kadar çekici kılan yine aynı şeyler…
biz ne zaman içimizden çıkıp da sevdiğimizin kendisiyle muhattap olabilirsek, işte o zaman asıl aşkı buluruz. biz bize haber verilene aşık oluyoruz oysa hepimiz belki de yapayalnızıs, yapayalnız…
tıpkı bu bilgisayarın başında yapayalnız ama aynı anda bir sürü insanla insan kendine aşık olur ama benliğine değil, yine algılardan ibaret olan bedeninin verdiği algılara gerçekte hepsi bir kapıya çıkıyor. gerçeğe…
Pingback: Patch Adams: Anarşist Palyaço Doktor! « Şevket ERER
aşk bence hayatta insana verilen en büyük mucizedir. size katılıyorum.
“Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını farketmeyişimizdir.”
Marcel Proust.
Yine süper bir yazı, teşekkürler.
Aşk stratejim nedir? güzel bir soru:) strateji kelimesi aşk için biraz garip geldi ama düşüncelerimi söyleyecek olursam aşıkken kendimi çoğu konuda unutup aşık olmadığım zaman unuttuğum şeyleri de hatırlarım. Karşımdakinin kusurlarını görmem, göremem. Mantığım devre dışına çıkmak üzereyken yakalar mantığımla hareket etmeye çalışırım:) Dertlerimi, üzüntülerimi yansıtmamaya çalışırım. Her şeyden önemlisi empati kurarım.
Aşk stratejisinden çok hayat stratejim daha nettir. İnsana insan olduğu için, arkadaşım ya da tanıdığım olmasa bile değer vermek, umulmadık bir anda umulmadık şefkat ve desteği vermek, ailemin ve arkadaşlarımın heran yanlarında olduğumu hissettirebilmek, hayatı, insanları, doğayı yaşama dair hiç bir şeyi yok saymamak, umursamazlıktan uzak durmak, yaşamın hakkını vermek…
Pingback: Bizler, Zenginlere Hizmet Eden Robotlarız. | Türk Kaynak
Pingback: Fikir Atolyesi Bizler, Zenginlere Hizmet Eden Robotlarız.
iç huzuru korumak.. aşkın yeşermesi, meyve vermesi için, içinde o huzurlu ortamı yaratmak .. bunu yapabilmek de elbette bir temizlenme süreci gerektiriyor. kalıplardan kurtulma, içsel özgürlüğü bulma (görme gücüne erişme) süreci.. neyse ki binlerce farklı yol var bunlara ulaşmak için..
*kendi yolunu seç ve yürü, cesaretle, inanç ve güvenle… aşk bu yolun her anında aslında.. (gözler açık oldukça, zihni bulandırmayıp kalbi dondurmadıkça aşk hep orada).
Hımm, ?aşk?ın stratejisi…
Aslına bakarsan, bence ?hayat? tüm zerreleriyle ?aşk?ın kendisidir… Ama öyle bir hale gelmişiz ki, neyi aşkla yapmaya kalksak yadırganıyoruz… Büyük bir aşkla neyi sevsek, bahsetsek…tutkumuza (hiç durmaksızın o en sevdiğimiz kişiden/konudan bahsetmemize ve bunu hiç yorulmadan yapmamıza), neşemize, gözlerimizdeki ışıldıya şaşırıyor insanlar ve tabi bunun için özveride bulunmamıza da (O kadar mı çok eksilmişiz, aşksız kalmışız diyor içimdeki çocuk. Hayır, ?aşk olmadan nasıl yaşanır, adım atılır? desek nasıl karşılanırız merak ediyorum).
Elif?in(Elif Şafak /Aşk) şöyle der;
?Aklın kimyası ile Aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. ?Aman sakın kendini? diye tembihlenir. Halbuki AŞK öylemi? Onun tek dediği: “Bırak kendini, ko gitsin! Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var! ?.
Yani aslında ?aşk?, biz onu ne kadar bir çerçeve içine oturtmaya çalışsak da, kendi bildiğini okur. İşte bu yüzden, onun bir stratejisi olur mu, bilemedim.
Severseniz, sonunda yıkıntılar arasında kalacağınızı bilseniz de bir saniye bile düşünmeden atarsınız kendizi yangınların içine. Ve hatta yeri gelir, sevdiğiniz kişi ya da inandığınız şey uğruna kendinizi feda etmeniz ya da onun için ondan vazgeçecek kadar yürekli olmanız gerekir. Çünkü sevdiğinize sahip değilsinizdir, bunu kabullenmelisiniz bir kere en başında. Bunu kabullendiğinizde, sevdiğiniz şeyin siz olmadan da var olması/kendini gerçekleştirebilmesi daha büyük bir anlam taşır. Yok eğer öyle değil ise o zaman duygunuzun adı aşk değil zamanla bencilliğe dönüşür.
Ve seviyorsanız, zaten öncelik ?sevili?nindir. ?Aşık?sanız böyledir. Hem aşk bol bol sevgi kredisi dağıttırır insana ve siz herkesi affedebilirsiniz ve herşeye yetecek enerjiye sahip olursunuz. İşin içinde strateji yoktur, kalbiniz bunu size söyler, siz de tıpış tıpış yerine getirirsiniz. Anahtar hiç mi bir şey yoktur, evet kendiniz omak, ve kalbinizin sesini dinlemektir denilebilir sanırım. Çünkü aklın yapamayacağı ne varsa, ?aşk? onu oldurur.
Kanaatimce en çetrefilli olanı,…birini sevmeye gelince,…İşte sevili kalbinizin aynasıdır, ona baktığınızda aslında kendi ruhunuzda engin yolculuklara çıkarsınız. O size kim olduğunuzu hatırlatır ve siz de ona. Ve eğer yaşadığınız gerçekten aşk ise, kendiniz olmaktan ve kalbinizin sesine kulak vermekten başka çareniz yoktur. Sonunda ise, iki yürek kalplerinin deryasında birbirine karışır ve o ?bir?likten yeniden ?kendi?lerine döner… bu ise, canan-ı can?dan çok sevmekten geçer…canan?ın aynasında kendini, evreni gören yüreğin ?ona sahip olmadığını bilerek, farkında olarak- onun için can?ı feda edebilecek yürekliliği taşımasından geçer…
Bir kişinin yerine bir inancı/düşünceyi koyduğumuzda, bu da yukarıda bahsettiğim denklemin bir yansıması olacaktır. Gönül gözü açık her yürek, attığı her adımda kendine yani ?öz ben?e dönecektir…
Serdar Bey?in de bahsettiği gibi, bu acılı bir süreçtir… Bu süreçte ?ben? e ulaşma yolunda çıktığınız yolculukta nice sınavlar verirsiniz… öyle anlar gelir ki, cayır cayır yanar tutuşur sanki yüreğiniz, bunu hissedersiniz… ama her yangında, siz kalbinizin hiç bilmediğiniz kuytularını keşfedersiniz… Çünkü her aşk, ?öz ben?e doğru bir keşiftir aslında…
Cem’in bahsettiği seminer tam da bu konuyla ilgili. Kendine dönüş, duyarlılıkların artışı, hafifilemek ve algımız kendi elimizle bulaştırdığımız çapaklardan kurtulmak üzerine.
Bu değişmin etkisini yaşamınız her yerinde deneyimleyemeye başlamak sadece 4 gün sürüyor.
Sizi uzaktan izleyen bir dost olarak; gelirseniz çikolalı gofret ve içiyorsanız molalar boyunca sigaranız benden:)
selamlar
Aşkın stratejisi hayatın stratejisi olmalı bence. Özen ve empatinin birlikte dansettiği, ışıldayan, esnek bir küreyi koymalı yüreğe, ve onu beslemeli yaşamın tüm renkleriyle ki asla matlaşmasın, katılaşmasın, hep yumuşak hep gözalıcı kalsın. Zaman zaman nesir, bazı zaman şiirsel, med-cezirler yaşasın, dönüp dolaşıp yine sıcacık aksın aşk.
Seveceksin, hissettireceksin, değer vereceksin, gözün gibi bakacaksın. kısa vadede zarar edeceksin. Uzun vadede kar ettiğini göreceksin.
Ben bu tarz bir cümleye şu cevabı vermiştim kısa bir süre önce.
Düz mantıktan kurtulup kendine dürüst olarak ele alınca, senin anlattığına çıkıyor konu. Boş konuşmuşum ben geçen gün.
“Sevilmeyi istediği kadar sevmeyi de bilmeli insan” diyerek koyayım noktayı.
Güzel yazmışsın yine Tunç abi.
Aşk – ruhumuzu bir gölge misali maşukumuzun yakınında hayat bulmasıdır. Zaten yaşıyor ve de hayatta idiniz, lakin O’na rastlayınca onu tanıma isteyi öyle kuvvetli bir gaye haline dönüşür ki hayata dair ne varsa biraz uzak kalır sizden. Onu tanıdıkça daha da derinlere dalma isteyiniz artar. Derinlere gittikçe ruhunuzda bir genişleme hissedersiniz – artık çok daha zengin, daha bir insan olmuşsunuzdur.
Ancak bunu deneyimledikten sonra aşk’ ta bazı stratejilerin geliştirebileceği insanın aklına düşer ve de uygulandığında – hayatta akılnıza gelebilecek her alanda – araç, nesne olmaktan kurtulup özümüzü her saniye duyumsayarak yaşarız.
Ta en başında AŞK vardı – sonra insanoğlu kültürü geliştirdikçe, zaman zaman neleri yaratır olduğuna bakmaksızın STRATEJİ (yaratmış olduğu araçlardan biri) ile şimdi başa dönme gayreti içerisindedir.
Aşkın bir stratejisi olur mu? Bilmiyorum fakat benim için aşk sevgilinizin yüzündeki mutluluk anlarıdır.
Öyle bir şey ki bazen kendimiz olmaktan çıkıp sadece O oluyoruz. O sewiyor diye sewip O kızıyor diye wazgeçiyoruz bütün sewmediği şeylerden… Aşkın önündeki hazırola duruş anımız, en büyün zaafımız belki de bu… We belki de en büyük yanlışımız karşımızdakini kendimiz gibi görmemiz…
Herkes bizim kadar düşünceli, bizim kadar ince fikirlere sahip, ayrıntılara önem weren bi kişilik olamaz ya da tam tersi biz O olamayız. Aşkın en çok kırılganlıkları da bu yüzden oluyor bence.. Her birimizi ayrı bir birey olarak benimsersek ne huzursuzluk kalır ortada ne de kendimize dert tasa konusu…..
Aşk kendi dışındaki bir kişi, düşünce, ideal için kendinden vazgeçebilmektir. Buradaki ‘kendi’ kavramı, insanın ‘kendi algısı’dır. ‘Ben’ denilen o kendilik, öyle kıskanç, öyle dedikoducu, öyle haris, öyle pinti, öyle hazımsız, öyle vahşi, öyle tüketici, öyle sahip olucu, kısacası öyle bencildir ki, onu çıplak görseniz korkudan taş kesilirsiniz.
Ben’in, Ben’den başka bir şey için kendinden vazgeçebilmesi için o Ben’in içindeki Öz Ben’e ulaşmasını gerekir (mevlana, Yunus Emre) Bu acılı bir süreçtir. Bu süreci yaşamak öğrenilebilir.
Aşk duymak için aşk duyulacak şeyin iyi ve güzel olması gerekmez. “İyi ve güzeli herkes zaten sever; iş kötü ve çirkin olanı da sevebilmektir” (Erich From). Aşk duyabilmek için şükretmesini bilmek gerekir. Ama aç ve sefilken de şükredebilmek… “Karnı tokken Tebriz sokaklarındaki köpekler de şükreder” (Ömer Hayyam)
Kadın-erkek arasındaki aşkın olabilmesi için bu aşktan tutkuyu çıkarmak gerekir. Çoğu zaman testosteron ve östrojenin karşılıklı çekimini aşk sanırız. Oysa aşk bu çekimle birbirinin gözlerine değil, birlikte aynı yöne bakabilmektir (anonim). Aşk, karşısındaki kişinin kendini gerçekleştirmesi için, onu olduğu gibi kabul edip, ona destek verebilmektir.
Evlat sevgisi, evlat aşkı da özveriyi gerektirir. “Ben çocuğum için saçımı süpürge yaptım, kendim için hiçbir şey yapmadım, hep onun için çalıştım ifadesi de gerçek sevgiden uzaktır. Oysa ebeveyn çocuğuna katkıda bulunmak için kendisini geliştirmek zorundadır” (Leo Bascaglia). Evlat sevgisi risk almayı gerektirir. “Ben çocuklarımdan ayrı kalamam, onları gözümün önünden ayıramam” diyen ebeveyn aslında çocuklarının gelişimi ve kendilerini bulmasını engelleyen, bencil bir davranış içindedir.
Herkesin aşk stratejisi farklı olmak durumundadır. Ben aşk için canımı veririm, yeterki can verecek aşkı bulayım.
Strateji dediğimiz şey bence, bilinçli olarak benimsenen bir felsefenin içgüdüsel bir duygu ve davranış haline dönüşmesi gibi… Yani hayattan aldıklarımız hakkında nasıl bir algıya sahipsek ona bunu otomatikman geri veriyoruz…
Mesela otobüste yüksek sesle kahkaha atan birine verilen tepki.. Eğer toplum içinde yüksek sesle kahkaha atılmaz normunu benimsemişseniz rahatsız olursunuz… Fakat o anda bu insan bir şeye mutlu olmuş, keyfini bozmayayım diye düşünürseniz rahatsız olmanın aksine, onunla beraber mutlu olursunuz…
Bütün bunların aşkla tutkuyla alakası ise şu: mutluluğa tutkunsam bencilce sadece kendi mutluluğumu yaşamak değil stratejim.. Başka insanların mutluluklarını da, hatta benim için hiç ifade etmeyen durumlarda bile paylaşabilmek..
Aynen katılıyorum.
Dürüst iletişim
umursama
işbirliği
bu stratejiyi takip etmeye çalışıyorum.
Sabrı olana, gerçek aşk !
tüm ilişkilerde.
Ben aşkın insanın kendi benliği ile, öğrendikleri ile, ailesi ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Ben, bana ve başkalarına zarar vermeyen her canlıyı ve cansızı seviyorum. Bu yüzden olsa gerek, en çok da sokak hayvanlarını seviyorum.
Hatta bazen düşünüyorum da pek çok insandan daha fazla seviyorum onları. Çünkü onlar da benim gibi bir adım gelene iki adım atıyorlar ve yaptıkları için hiç karşılık beklemiyorlar.
Bence aşkı asla yaralamayacak gerçek strateji, içindeki sevgiyi karşılığını beklemeden yansıtabilmekte.
Benim düşüncelerim şöyle, bunlara strateji de denilebilir sanırım :)
1. gerçekten sevmek.
2. karşındakine bunu hissettirmek, önemsendiğini fark ettirmek.
3. dokunmak.
4. boğmamak. zaman zaman geri çekilip, ona da sevgisini göstermesi için fırsat vermek.
5. fedakarlık zaten pek hoşnut olarak yapılmıyor ama yaptığın fedakarlıkları başa kakmamak, senin için yapılanların da kıymetini bilmeye çalışmak.
6. sevgiyi, hayranlığı, kırgınlığı hemen, öfkeyi biraz soğutup göstermek.
Şöyle bir düşününce, benim için yalnızca aşk stratejisi de değil bunlar. Dostluk stratejisini de kapsıyor :)
Gerçekten çok güzel bir yazı dizisi. Yürekten gayretlerini, tüm yüreğimle destekliyorum.
Çaba gösterebilmek, içten bir dokunuş. bir söz, sadece ona özel olarak söylenen bir söz, “seni seviyorum” kelimesini söylemeden seni seviyorum diyebilmek. ona inanmak, inanılmak…
quantuma doğru gider bu konu…
ilk cumlen bile, senin bahsettigim seminere katilman icin bir sebep. ;) yazi keyifli olmus, kalemine saglik, beynine kuvvet…
Çok güzel bir konuya değinmişsin Tunç. Eline sağlık.