Fikir Atölyesi’nde, 20 Soruluk Söyleşiler bölümünde hergün karşılaşmadığımız türde soruları, tanıdığım ve yaşamında fark yarattığına inandığım kişilerle yapıyorum. Bu aralar ise aklıma çok takılan bir soruya kendim cevap vermeye çalışıyorum (Sanırım sonunda ekleyeceğim bu soruyu oraya!):
Geride nasıl bir miras bırakmak istersin?
Zor bir soru. Düşünün biraz.
Hatta yazıyı okumaya bir-iki dakika ara verin.
Sanırım ben kendim için buldum sonunda.
Başarmış olmayı bırakmak istiyorum miras olarak. Evet; başarmış olmak.
– Sık ve çok gülebiliyorsan,
– Akıllı insanların saygısını, çocukların sevgisini kazanabiliyorsan,
– Dürüst eleştirmenlerin takdirini alabiliyorsan,
– Sahte dostlarının ihanetine katlanabiliyorsan,
– Güzelin değerini biliyorsan,
– Diğer kişilerde en iyiyi bulabiliyorsan,
– Daha iyi bir dünya için geride ister sağlıklı bir çocuk, ister iyileştirilen bir sosyal durum, ister ufak bir parça yeşil bahçe bırakabiliyorsan,
– Tek bir kişi bile olsa, biri senin varlığından ötürü daha rahat nefes alabiliyorsa…
İşte bu “başarmış olmaktır” demiş Amerikalı yazar, şair ve filozof Ralph Waldo Emerson (1803-1882).
Emerson’un bu tanımındaki herşeye, ancak en çok da son söylediğine katılıyorum:
“Tek bir kişi bile olsa, biri senin varlığından ötürü daha rahat nefes alabiliyorsa…”
Yatların boy uzunluğu, katların sayısı, arabaların markası, şirketteki odaların büyüklüğünün “başarı” tanımı olduğu hırs dolu bugünkü dünyamızda çoğu insan için ne kadar cılız kalıyordur bu tanım. Kendi vicdanlarını da vergiden düştükleri üç beş kuruşluk bağışlarla satın aldıkları için rahattır içleri.
Var mı gerçekten o kişi, tek bir kişi bile olsa?
Bakın bu bana (daha önceden bir mail ile haberdar olduğum, sanırım daha sonra “Çılgın Türkler” kitabında da yer alan) bir hikayeyi hatırlattı:
Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker en iyi arkadaşının az ileride, kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye siperden çıkaramayacağı gibi bir ateş altındaydılar.
Asker teğmenine koştu hemen: “Komutanım, bir koşu arkadaşımı alıp geleyim mi?” Teğmen “delirdin mi?” der gibi bakar askere, ve;
“Gitmeğe değmez oğlum, arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın!” Ama asker o kadar ısrar eder ki, teğmen izin vermek zorunda kalır: “Peki o zaman, dene bakalım!”
Asker yoğun ateş altında fırlar siperden ve mucize eseri arkadaşının yanına kadar gider, ve taşır yaralı arkadaşını sırtlandığı gibi. Yuvarlanırlar birlikte siperin içine.
Teğmen koşup yaralıya bir göz atar ve nefes nefese bir kenara yıkılmış askere dönüp:
– Sana hayatını tehlikeye atmaya değmez dememiş miydim! Bu zaten ölmüş.
– Değdi komutanım, değdi!
– Nasıl değdi, arkadaşın zaten ölmüş, görmüyor musun?
– Gene de değdi komutanım, çünkü yanına vardığımda henüz yaşıyordu… Ve onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için…
Ve, hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarlar:
“Geleceğini biliyordum!”
Eğer sizin de “Geleceğini biliyordum!” diyebildiğiniz kişileriniz varsa bu hayatta, yaşarken… Bence işte o zaman siz başarılısınız.
Bilmem ister miydiniz siz de böyle bir miras bırakmayı?
————————————————————
Not: Bu yazı daha önce konuk yazar olarak katıldığım sevgili Cengiz’in blogunda da yer almıştı.
Yorumlar 32
.Ben.daha doğrusu içinde bulunduğum beden sürüklüyor beni nice yoksulluklara nice düğüm noktalarına…Hayatta çok fazla varlık içinde yaşayamadım ki bugün sizlerin bu söyledikleriniz benim için çok bilinmedik ue ya yaşanılmadik konular değil, bundan dolayı …-
En güzel miras geride gülen yüzler bırakmaktır.
sayın ALİZARİN’in öne sürdüğü fikirlere katılıyorum..Özellikle de
“Bizi daha iyi yaşamaktan, daha çok üretmekten ve daha çok zaman yaratmaktan alıkoyan ne?
İki bin beş yüz yıl önce ateş yakmak için insanların ne kadar zaman harcadıklarını düşünüyorum. Bizim cebimizde taşıdığımız çakmak varken yani.. Yiyecek aramak, av yapmak, avını kilometrelerce taşımak ve alt kattaki marketten yarım kilo kıyma almak? Soldaki musluğu açtığınızda sıcak, sağdaki musluğu açtığınızda soğuk su akıyor. Su bulmak o zamanlar daha mı kolaydı?
Zamanı çok, vakti yok bir toplumda ve hatta çağda yaşıyoruz. Başkalarının oynadığı dizilerde kendimize rol biçmekten, başkalarının kazandığı yarışmalarda kendimize kupa seçmekten kendimize vakit ayıramıyoruz ki? Yarın sabahımızı değil, dizinin gelecek bölümünü iple çekiyoruz.
Başkalarının düğününde gelin, damat olmak, başkalarının yediği yemekte tat bulmak, başkalarının zifaflarında tahrik olmak, başkalarının savaşlarında kahraman olmak, başkalaşmak, kendin olamamak, kendi hayatını yaşayamamak?”
bu kısmını okurken acaba bunu ben mi yazmıştım? diye bile düşündüm.Çünkü son zamanlarda bu ve buna benzer düşünceler zihnimde dönüp duruyordu.Etrafımda tv de izlediği dizilerin romantizmini yakalamaya çalışırken, ailesine gereken özeni göstermeyen kişiler her geçen gün artmakta..
Uzun sözün kısası her gün düşünüyorum..
Sahi.. Bizi daha iyi yaşamaktan, daha çok üretmekten ve daha çok zaman yaratmaktan alıkoyan ne?
Arşivini tarayıp, notlar alarak okuyorum abi yazılarını.
Okurken gözlerimden doldu. İtirafımdır!
Yüreğine sağlık…
Etkileyici yazı teşekkürler
Pingback: Fikir Atolyesi Köpek Kadar Olamamak!
Bence bu sorunun cevabı; dünyaya bir iz bırakabilmektir. Sonuçta öldükten sonra yokolup gideceğiz, tüm yaşananlar ve yapılanlar yeryüzünde kalacak, hiç değilse kendinimizi “ölümsüzleştirecek” bir şey bırakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Açıkladığınız yazıda da bunun daraltılmış konularını görüyorum.
Bu arada Fikir Atölyesi’ndeki içerik ve tasarıma bakarsak gerçekten müthiş bir iş çıkartmışsınız, çok teşekkürler.
Pingback: Fikir Atolyesi Sizler Benim Tutkumsunuz.
Bu konuşma, geride nasıl bir miras bırakmak istersiniz sorusu üzerinden dönüyor fakat farkına varmamız gereken bir şey var ki o da bu dünyada pek az insanın arkasında gerçekten bir şeyler bırakabildiği.
Zaman dediğimiz kavramın içinde öğütülen milyonlarca insan aslında hiç yaşamadı, yukarıda söylenen her şey çok güzel, başarmış olmak, insanca yaşamak, tasasızca gülebilmek, pişmanlık duymamak ve bir güzelllik yaratmak ya da ona ortak olabilmek…
Bu sistemin çarkları içine ne kadar gömülmüş olsak da bu söylenenleri gerçekleştirebilmek zor değil, işte ölümsüzlük denilene böyle ulaşılıyor, son sözündeki tek kelime bile işte böyle insanlığa kalabiliyor… “geleceğini biliyordum…”
Gerçektende anlattığınız bir miras bırakmak çok güzel olurdu.İnsanların ben öldükten sonra vay be ne iyi insandı demeleri güzel ama daha değişik anılar bırakmak güzel olurdu.
Örneğin; Çanakkale zaferindeki koca yusuf ve diğer kocaman askerlerin yapmış olduğu 250 kiloluk cephaneliği tek başına taşımak. En büyük miraslardandır bence.
Aslında 5 Oscar, 4 Grammy, 4 Nobel almak isterdim. Sonra Kristal Elma’ya falan da hayır demem.
Bana tüm yüreğimle bırakmak istediğim bir miras var..
Akıllanıp artık hiçbir şey için fazla endişelenmemeyi başardığımda, aslında hayatın mükemmel olmadığını, onu ancak yaşanacak kadar iyi bir yer yapmayı başarabileceğime inandığımda bir kız çocuğu isterdim… Gülen yüzlü bir kız…
Her ömrün bir sonu var ama bu sonu düşünmek bile istemiyor insan. Zevk-i sefa hoş geliyor insana. Ama son nefesimizde bunun boş olduğunu anlamakta var.
Oysa bize öyle güzel miraslar bırakılmışki bunlara şükretmeyi bile beceremiyoruz. Ama şikayetçi olacak ve eleştirecek şeyleri daha çok dile getiriyoruz kimi zaman.
Sevgiyle kalın.
Pingback: Sizler Benim Tutkumsunuz. | Fikir Atölyesi
Gerçekten söylenecek fazla bir şey yok, düşüncelerim söylenmiş aklımdan geçenler okunmuş ama gerçekler kalbimiz ve beynimizin en uç noktasında olduğundan bir cümle de olsa söylemeden geçemeyeceğim; ne olursa olsun sevelim, kin gütmeyelim, goreceğiz ki en büyük miras bırakmış olacağız.
Bu soru öyle bir çekip aldı ki içine beni.. 25 yıl.. 25 içinde çok arkadaşım oldu, o kadar çoklardı ki.. Dost diyebileceğin biri var mıydı peki? İnanın yoktu.
Ben hayatım boyunca kimseye güvenemedim. İçini döken, derdini benle paylaşan o kadar çok arkadaşım vardı ve benim hakkımda bir elin parmağını geçmeyecek kadar az şey biliyorlardı.. Güzel dinlerim, güzel merhem olurum yaralarına aklımın ve yüreğimin gittiği yere kadar. Ama bir gün öyle bir noktaya geliyorsunuz ve tıkanıyorsunuz.. Artk dinlemek değil anlatmak istiyorsunuz, dökmek ne varsa içinizdeki tüm kopan fırtınaları..
Böyle biri var mı etrafında?
Gözümden anlamalı ne söyleyeceğimi diyorsunuz, bana yüreğiyle bakmalı diyorsunuz , sadece yüreğiyle.. Ve ben sırtımı döndüğümde onun orada olduğunu, düşeceğiniz anda onun tutabileceğini, gülerken değil yalnızca ağlarken de yanınızda olduğunu bildiğiniz biri bu. Bu bir melek değil, bu bir insan..
Ve ben en sonunda buldum o insanı, güvendim.. Bunu ne bir erkekte bulabildim, ne de bir arkadaşta.. Bu farklı bir şey hissetmekle alakalı.. 23 yıl sonra her ne kadar geçte olsa gerçekten dostum, kardeşim diyebileceğim 2 insan var.. Allaha şükürler olsun ki onlar gerçek :)
Onlardan önce mi ölürüm bilmiyorum ama onlar burada bu dünyadalar, umarım siz de onlarla bir gün bir yol üzerinde çarpışıverirsiniz.. Acıtmazlar emin olun ..
Bu dünyada gercek dostu bulmak zor. Sen samimi olsan bile karşındakiler iki yüzlü. Ben de gercek bir dostu, arkadaşı, akrabayı, düştüğümde elimden tutacak bir dostu çok aradım ama bulamadım.
İnsani duygularım çok kuvvetli duygusal bir insanım. Herkes için iyi şeyler düşünür, insanların mutlu yaşamasını isterim. Dost dediğim insanlar sadece beni üzdü. Dost dediğin düşünce elinden tutandır. Gülerken seninle gülen değil.
Gerçek dost bulanlara ne mutlu.
Tüm insanlar mutlu olsun, yaşamları neşeyle geçsin. Sevgiyle kalın.
Benden bu kadar!
Arkadaşlar benden bu kadar, neden mi? Nedeni açık ve net.
Yeter artık bu dünyadan göçüyorum, nedeni de bu dünya bana ve benim gibilere fazla, yaşam bana haram, nedeni de etrafımda bulunan ve pervasızca beni yiyip bitiren insanlar.
Şu an gerçekten Florida sahillerinde olmak o muşteşem deniz kokusunda uyumak, uyandıktan sora düşünmek isterdim ben kimim ve burada ne işim var? Ben oradaydım ve kendime hep bu soruyu sordum, sorumun cavabını bulamadım…
Benden bu kadar… Ben göçüyorum, yeter artık bitmek tükenmek bitmeyen bu sorunlardan yeter yeter…
İki Bin Beş Yüz Yıl
Bir Pazar günü Anadolu Medeniyetleri Müzesinde geziyoruz. Midas’ın ağaç mezarından çıkartılan muhteşem eşyalara bakıyoruz. Müthiş bir büyülenme içindeyiz. Kızıyorum aslında; “neden kimse daha önce bana burayı gezmeyi tavsiye etmedi?” diye. O kadar lüzumsuz programlar tavsiye ediyorken birbirimize.
Öyle muhteşem emeklerle yoğrulmuş eserler var ki… Orta yaşlarda bir kadın şaşkınlıkla: “Bu adamların hiç işi yokmuş da bunlarla mı uğraşmışlar?” dedi. Nedenini bilmeden üstüme alınmış gibi: “Bizim ne işimiz var ki bunlarla uğraşmıyoruz” dedim. Kadın bana hitaben konuşmamıştı aslında. Herhangi bir sergide bir eser karşısında söylenilen öylesine bir tepkiydi onunkisi. Cevap vermek zorunda kalarak: “Çocuktan, işten güçten fırsat mı bulabiliyoruz ki” dedi.
İki bin beş yüz yıl önce insanların çocuk yetiştirmesinin ve işinin gücünün daha kolay olduğunu anlamış oldum böylece. Öyle ya iki bin beş yüz yıl öncesinde yapılabilenlere hayranlıkla bakıyorsak bu bizim bugün geldiğimiz noktada iki bin beş yüz kez düşünmemizi gerektirmez mi?
Bizi daha iyi yaşamaktan, daha çok üretmekten ve daha çok zaman yaratmaktan alıkoyan ne?
İki bin beş yüz yıl önce ateş yakmak için insanların ne kadar zaman harcadıklarını düşünüyorum. Bizim cebimizde taşıdığımız çakmak varken yani.. Yiyecek aramak, av yapmak, avını kilometrelerce taşımak ve alt kattaki marketten yarım kilo kıyma almak… Soldaki musluğu açtığınızda sıcak, sağdaki musluğu açtığınızda soğuk su akıyor. Su bulmak o zamanlar daha mı kolaydı?
Zamanı çok, vakti yok bir toplumda ve hatta çağda yaşıyoruz. Başkalarının oynadığı dizilerde kendimize rol biçmekten, başkalarının kazandığı yarışmalarda kendimize kupa seçmekten kendimize vakit ayıramıyoruz ki? Yarın sabahımızı değil, dizinin gelecek bölümünü iple çekiyoruz.
Başkalarının düğününde gelin, damat olmak, başkalarının yediği yemekte tat bulmak, başkalarının zifaflarında tahrik olmak, başkalarının savaşlarında kahraman olmak, başkalaşmak, kendin olamamak, kendi hayatını yaşayamamak…
Alim atomu parçalarken ondan bir atom bombası planlamadıysa, sanırım televizyon da şu an ki kullanımıyla planlanmamıştır. Bir şeyle insanı da öldürebilirsiniz, insan da kurtarabilirsiniz. O şeyi zehir olarak mı, panzehir olarak mı kullandığınıza bağlı.
İki bin beş yüz yıl önce yapılmış eserler karşısında heyecanlanmamak elde değil. Uzun kulaklı, çirkin yüzlü ilkel adamın veya koca memeli, şişman kadının biçimsiz elleriyle yaptığı eserler iki bin beş yüz yıl sonra heyecan veriyor da, yakışıklı, eğitimli, eli yüzü düzgün erkeklerimiz ve manken gibi vücuda sahip, iki dil bilen, elinden her marifet gelir kadınlarımızın yaptığı eserler iki buçuk yıl sonra heyecan verecek mi? Peki ya iki buçuk saat sonra?
Onların tapmak için yaptıkları tanrıça heykellerini biz sadece satmak için yapıyor ve karşılığında aldığımız şeye tapıyoruz. Bu da bizi yaptığımız esere yabancılaştırmıyor mu? Peki ya o zaman yabani olan kim?
Dışarıda deliler gibi yağmur yağıyor. Bense sıcacık koltuğumda oturup bilgisayarda bu yazıyı yazıyorum. İki bin beş yüz yıl önce de yağmur deliler gibi yağıyordu. Bir yazar yanardağ kraterlerinin birden soğutulmasıyla sertleştirilmiş kalemiyle taştan tablet üzerine yazı kazıyordu. Hangimiz daha iyi şeyler yazmak zorunda? Utanıyorum… Ben İki bin beş yüz yıl yaşadım oysa. Onlar insanlıkla, bense insansızlıkla ilgili yazmak zorunda kalıyorum.
Dünyanın teknik olarak en ileri, insani olarak en geri demiyorum ama geri bir çağını yaşıyoruz. İyi ki müzelerimiz var…
Baki, kalan…
Hoş bir seda imiş…
Kubbede…
Kisra’nın sarayı da yıkılmış..
Baykuşlar, ağlamış…
Harabede…
Taşta, ufalmış…
Toprak olmuş, zamanla…
Ateş, yakmaz…
Su, akmaz olmuş…
İyilik, güzellik…
Allah’ın, şanı kalmış
Dünya’da…
BAKİ’ninde dizelerindeki gibi bu dünyada geride kalanlara bırakmak istediğim tek miras bir hoş seda… Kalan o olursa benden özellikle çocuklarıma, ne mutlu bana!
Yazıyı okuyunca çok duygulandım. Böyle güzel bir miras bırakmayı kim istemez?
Geride kimseye bir şey bırakmazdım…
Nasılsa ölüp toprak olduğum zaman yine birinin ya evine ya da bahçesine tuğla olarak kullanılmak üzere karılacağım için fazlasıyla işe yararım. Gerçi bir fakülte duvarında yer almak daha hoş olurdu ama seçme hakkım yok sanırım.
Sevgili Tunç, seninle daha yeni tanışıyorum ve bundan dolayı çok mutluyum. Yazdığın her şey çok güzel ancak aralarından tek bir tanesini seçsem o da bu olurdu.
Ben bu soruyu kendime ŞAHANE HAYAT filmini seyrettikten sonra sordum. Hani kahramanımız intihar ederken koruyucu meleği gelip ona yaşamasaydı insanların hayatlarının nasıl olacağını gösterdiği şu film.
Şimdi bir çok insan senin yazdıklarından faydalanıyor ya da kendilerini en kötü hissettikleri bir anda yazılarından biri gelecek.
Şimdi şunu bir düşün; bu yazını okuduktan sonra arkama yaslandım ve gülümseyerek bir nefes aldım.
Ne para-pul, ne mal-mülk..
Geride bırakacağımız insanlığımız olmalı.. Ardımızdan, “ne kadar saygılı, sevgi dolu bir insandı.. Kendinden çok etrafındakileri düşünür, yardıma ihtiyacı olan herkes için çıkarsız, hesapsız elinden geldiğince koşuşturur aynı düşüncedeki insanları da bu yolda buluştururdu, olmalı.. İnsanlık bunu gerektirir.. Düşene de bir tekme değil.
“Komşusu açken tok yatmamak.”
Başarmak bu işte.. Bir faydam dokunuyorsa ne mutlu bana.. Verdikçe insan daha mutlu ve huzurlu oluyor.. Rahat uyuyor.. İhtiyacı olan bir insanı, zor durumdan kurtarmaya vesile olmak..
Şan, şöhret, ünvan.. Etiket hiçbir şey.. Özde insan olmayı başarmak… İnsan gibi yaşamak…
Daha anlamlı daha yaşanır bir hayat için herkes el ele, birbirimize destekle…
Bir filmde soruyordu kadın: ‘neden evleniriz?’ diye ve karşısındaki adamın cevabını beklemeden veriyordu cevabı: ‘Tanık bırakmak için!’ Yaşadığımıza dair bir iz bırakmak, hatırlanmak için evleniriz diyordu.
Birilerinin hayatına tanık olmak ve birileri hayatımıza tanık olsun diye evleniriz. Çünkü insan hatırlanmak ister.
Hayat arkadaşının en yakın dostun olması gerektiğine inananlardanım. O yüzden geride bırakabilecek en anlamlı şey eşin olabilir diye düşünüyorum, yani yine “dostun”.
Evet, hayattan geriye bırakabileceğimiz en güzel şey bir dost. Her ne kadar geride kalmak gitmek kadar kolay olmasa da…
Geriye donup baktigimizda ne kaliyor elimizde gecen zamandan! Ictenligini gozleriyle yansitan birkac dost ile edilmis sohbetin yerine neyi koyabiliyoruz ki baska!!
Anlattiginizi sadece akli ile degil, yuregi ile de anlayan bir dost; her zaman “gelecegini bildiginiz” icin icinizin ferah oldugu bir dosttan daha hakiki bir miras olabilir mi… Olamaz bence.
Hayatta bir kere degerlerimizi kesfedince, onlari icimizden gelen sese kulak vererek korumaliyiz ki hakkiyla yasayalim tum guzellikleri…
Var olduğunu bil Mayk, en azından bir kişinin.
Geleceğimi de!
Not: Ne yazık ki, alacağım yatın uzunluğu benim için önemli… Ne kadar uzun olursa, o kadar çok insan sığar içine :)
Zor bir soru gerçekten… Geçen gün çok izlenen bir kanalın haber bülteninde izlediğim bir haberden etkilenerek vereceğim sanırım bu sorunun cevabını. Beni öyle kızdırdı ki, hâlâ aklıma getirmeden edemiyorum.
Elimde olsa açlığa, savaş mağdurlarına, gözlerinin önündeki geçim sıkıntısı yaşayan insanlara rağmen bir burjuva vakfı için milyarların ortaya saçıldığı açık arttırmaların yapılmadığı, milyarlık kolyelerin hediye edilmediği bir dünya bırakmak isterdim ardımda.
Bir de ideallerimi, ideallerimi bırakmak istemem geriye. Ve böyle bir ülkede ideallerimin peşinden koşmak için daha ne kadar direneceğimi bilmek isterdim.
Geleceğimi bilen birileri var:) Geleceğini bildiğim birileri var. Ve haklısınız.. Bu her şeye değer…
Başarıyı mal mülk sahibi olmak saymıyorum.
Hayat boyu birçok kişiyle temas halinde oluruz. Bunların da bize karşı iyi kötü duyguları olacaktır. İşte bu duygulardan sevmek, sevilmek çoğunluk tarafından olmazsa olmaz kabul edilir; benim için var ya da yok farketmez. Bana göre en önemli durum saygınlık! Kendime olan güvenimi kaybetmemeye yarar. Kafamdakini açık ve net bi şekilde söylerim. Geçmişime şüpheyle bakmam bu durumda. İşte bu zaman başarılı sayarım kendimi.
Ayrıca yolun sonuna geldiğimde herkese gözyaşlarını hediye edebilmeyi isterdim…
Hayat… Kimi zaman pandoranın kutusu kimi zaman matruşka bebek misali her an yeniliklere, sürprizlere açık hale getiriyor insanı.
Gözlerimizin seçebildiği mesafeleri düşünüp yürüyoruz aslında uzunluğunu bilmediğimiz bir yolda ve aynı yolu paylaşanlarla ortak bir türkü tutturuyoruz çoğu zaman, her ne kadar sonralarda yollarımız ayrılıp başka yol arkadaşları edinsek de aynı yola adım atıyoruz. Bazen takip edilen, bazense takip eden oluyoruz. Bu döngü böyle sürerken hikayeler ediniyoruz yaşam serüvenimizde, anlatmak kimi zaman da anlamak için. İşte bu serüvende bazı anlar ve insanlar oluyor ki, onların yaşamlarına ve hayatlarındaki tek bir dakikaya bile ortak olmak, olabilmek en büyük mirasınız oluyor.
İnsanoğlunun ise en büyük mirası hayal kurabilmek. Keşke bu mirasa ortak pek çok insan çıksa da dünya parlasa biraz… Bu dünya iyisiyle kötüsüyle tarih yazıyor her an ve en büyük hikayesi olan “YAŞAM”ı sunuyor insana ve en büyük miras olan ömürlerimizi günlük hırslara, kavgalara yenik bırakıyoruz. Bu kadar mucizenin arasında kendimizi tutsak ediyoruz karmaşaya ve huzur varken üzerine toprak atmakta hiçbir sakınca görmüyoruz.
Bir de burdan bakalım acaba neredeyiz ve nereye gitmek istiyoruz?
Biriyle başarıdan bahsederken konu döner dolaşır iş hayatında basamakları teker teker nasıl çıktığına, hayatta maddi anlamda neler ettiğine gelir ve bunları anlatırken kişi çok mutluymuş gibi görünür (ben dahil!).
Fakat özde insan yalnız ve huzursuzdur. Emerson’un başarı tanımından birini bile yapamıyor olmak bunun nedeni olsa gerek…
Duyduğum en güzel ‘başarı’ tanımı, etkilendim gerçekten.
Tunç; bunu kendine miras olarak bırakılabilme fikrine ise ayrıca bayıldım.
İşte bu kadar…
Geleceğimize bırakabileceğimiz bundan daha güzel bir miras olabilir mi?
“Oğlum, öyle bir hayat yaşa ki, günün sonunda ‘geleceğini biliyordum’ diyebileceğin en az 1 kişi olsun. Öyle bir hayat yaşa ki oğlum, en az 1 kişi her ne olursa olsun senin ona gideceğini bilsin…”
Emerson’un pek çok güzel sözünü duymuş, harika şiirlerini okumuştum. Şimdi ondan bana kalan bir miras var, benim de geridekilere bırakacağım…