Daha önceki bir yazımızda şirketlerin yaratıcılığa olan yaklaşımından söz etmiş ve şöyle demişiz;
“Orta yol bulunmaya çalışılıyor hep. Oysa var mı ‘köyün delisi‘ olmanın ama az tarafından imkanı?”
Deliliğe örnek olarak, yaratıcılığı kendi hayatlarımıza indirgediğimiz uç bir olay anlatayım size:
Uluslararası büyük bir firmada yakın bir arkadaşımın okul sonrası ilk işi. Zeki bir adam olmanın bilincinde olduğu kadar iş hayatının gereklerini bilmediği, tecrübesizliğin tavan olduğu zamanlar… Adı üstünde, ilk ciddi kurumsal iş tecrübesi bu. Ancak zekiyiz ya; bakın şimdi yıllar önce yaptığı bir densizliğe !
Üst düzey yöneticilerden birinin kızını görüyor bir gün şirkette. O kadar güzel ki; eli ayağına dolaşıyor. Tanışma fırsatı bulamayınca; ufak bir kağıda not yazıp (iş anlamında samimi bir diyalog geliştirdiği) babasının masasına bırakıyor. Not aynen şöyle; “Kızınız çok güzel, ben de yakışıklı. Güzel torunlarınız olsun istemez misiniz?”
Terbiye sınırlarını sonuna kadar zorlayan, samimiyetle iş ciddiyetini birbirinden ayıramayan ve kurumsal kültür içinde açıklaması olmayan uç bir tutum örneği. Çocuğun gelecek potansiyeline olan inançları [çünkü arkasında bir torpil desteği yok] sanırım onu kovmalarına engel olmuş, İnsan Kaynakları ve kendi direktörü’nden aldığı sözlü uyarılar ile konu kapanmış.
Belki de firma, tıpkı Phil Daniels’ın “Mükemmel başarısızlıkları ödüllendir, vasat başarıları ise cezalandır.” söyleminden hareketle ona bir ödül veriyordu.
Zeki adam kendine fazlasıyla güvenir. Farklı olduğunun farkındadır. Bu da onda yanlış işler yaptırma potansiyeli doğurur doğal olarak. Hele profesyonel iş hayatının en başlarındaysa…
Oysa okullarımızda (özellikle üniversite son sınıflarda) neden “İş Hayatına Hazırlık” dersi yoktur?
Nasıl CV yazılır, nasıl mülakata hazırlanılır, iş teklifi alındığında maaş pazarlığı nasıl yapılır, ilk iş gününde nasıl davranılır, şirket kültürü nasıl çabuk kavranır, çalışma arkadaşları ve üstlerle nasıl iletişim kurulur, sunum nasıl yapılır, fikirler nasıl iletilir, kişiler nasıl ikna edilir, tartışmalarda nasıl davranılır, beklenmedik durumlarda ne yapılır… Bu liste uzar gider. Peki neden bu kritik sorumluluk sadece (çoğu öğrenci için yapsak da aradan çıksa dediği) kısa bir-iki stajın sırtına atılmıştır?
Eğitim eksikliği diyelim, yönlendirme eksiliği diyelim, her ne olursa olsun, arkadaşımın yaptığı densizlik, sadece “işe yaramaz dengesizliğe” iyi bir örnek teşkil edebilir. Örnek alınacak hiçbir yanı olmasa da, ders alınacak çok yönü var. Zaten [kendisinden izin alarak] sizlerle paylaşma amacım biraz da bu yüzdendi.
Peki işe yarar dengesizlik nedir? Var mıdır böyle bir kavram?
Bilgisiyle, görgüsüyle ve kaliteli iletişim becerileri ile [bunlar çok önemli ön koşullar]; sınırları daha iyisi adına zorlayan, olaylara farklı bakmaktan keyif alan, herkesi memnun etme adına gri alanlarda enerji harcamak yerine taraf olan, net bir duruştan bahsediyorum. Mütevazi ancak kendinden emin bir lider tavrından.
Bunlar esasında yeni fikirler bulma veya yaratıcılık için de olmazsa olmazlar değil midir? İşte bu yüzden yaratıcılık riskli, zor ve cesaret isteyen bir iş.
Uluslararası reklam ajansı Saatci&Saatci’nin başkanı Kevin Roberts bakın kendi ilkelerini ortaya nasıl koymuş:
1. Hazır ol. Ateş et. Daha sonra nişan alırsın!
2. Eğer bozuk değilse, boz!
3. Delileri işe al.
4. Budala sorular sor.
5. Başarısızlığın peşine düş.
6. Öncü ol, takip et veya yok ol!
7. Kargaşayı yay.
8. Ofisi bırak.
9. Sıradışı, tuhaf şeyler oku.
10. Ilımlı olmaktan kaçın!
Her farklı olan orjinal degil. Yaratıcı orijinallik; düşünmenin farklı, özel, özgün, alışılmadık ve normalden uzak olması demek. Bu durumda orijinallik ile eksantriklik eş anlamlı diyebiliriz. O zaman çıkan sonuç; eksantrik kişi = merkezden uzak, yani normal olmayan kişi. [Şimdi hatırlayın, eksantrik kelimesi çoğumuz için ne kadar olumsuz anlamlar ifade eder.]
Oysa denge; birçok karmaşayı başlamadan bitirmeye, birçok tartışmayı kısa tutmaya ön koşul gibi. Taraf olmamak, ılıman olmak veya arabuluculuk… Eğer dengeliyseniz ilişkiler daha sorunsuz sanki. Sizi seven sayısının sevmeyenden çok olduğu da bir durum aynı zamanda.
Bu durumda denge bana biraz da “ödün vermek” gibi geliyor. Genelin beğenisini almak istemek [herkes beni sevsin] ve çatışmadan kaçma çabası; aynı zamanda bizim kendimiz olamadığımız, net bir duruştan fedakarlık yaptığımız sonuçları doğuruyor.
Peki dengeli insan daha çok “normal insan” tanımına uyacağına göre; şimdi siz bana söyleyin; hem toplum içinde huzurlu yaşayıp [dengeli olup], hem de nasıl benzerlerimizden sıyrılacağız?
Yorumlar 43
Erdemden yoksun bir iş dünyası ! Ninja kaplumbağalarda çok güçlü ama birbirlerini yemiyorlar.
Ne diyor usta Splinter : ” Sizin tek ihtiyacınız olan gerçek gücünüzün birbirinize inanmak olduğunu keşfetmektir.”
Benim asıl merak ettiğim para adına bu kadar husumet varken işler nasıl doğru çıkıyor?Yine de biryerde insanlar uzlaşıyor demekki bu uzlaşmanın sebebi aldıkları aylığın hakkını vermek düşüncesi olabilir.Hakkını vermek düşüncesi mi yoksa Kovulmak düşüncesimi belki her ikiside birbirini destekleyen düşüncelerdir.Herkese en az bir müzik aleti veya hobi edinmesini tavsiye edebilirim.Zehirli duygu ve düşünceler deryasında yelkenli bir gemi.
Aslında usta splinter şuna işaret ediyor FB,GS maçında insanlarımız birbirini yerken Milli Takım maçında farklı takımların taraftarları yanyana maç izleyip destekliyorlar !!! parçaların oluşturduğu bir bütüne inanıyorlar.
Saygıdeğer Tunç,
İnkaredilemez bir gerçeği paylaşmışsın. Bu, çoğu insanların içinde saklı tutuğu hatta bu duruma sık sık sinir oldukları bir gerçek. İnsanlar çevrelerine ya da iş hayatlarına seninde dediğin gibi uyum sağlamak için, nereden geldiği ve kimin geliştirdiği bilinmeyen olgulara karşı ödün vermek zorunda kalıyor. Kötü taraf ise insanlar bu ödün vermeyi bir hayat biçimi, kaliteli bir hayta biçimi olarak görmeleri.
İnsanların içten içe düzene, dengeye, uyuma küfür ettiklerini çok iyi biliyorum. Etmek istedikleri küfürü nereye kime etmeleri gerektiğini bilmediklerini de biliyorum. Bu da koskocaman bi boşluk yartıyor ve insanlar, bu güzelim hayatın iyi bir ev, iyi bir arabadan ibaret olduğunu düşünmelerine sebeb oluyor.
Bunların hepsi de, bence denge ve düzen adı altında oluyor. Ama bu insanların bilmedikleri bişey var. Ya da onlara kötü birşey olarak benimsetilip öğrenmelerine izin verilmeyen bir şey.. Düzensizlik… Bunu şöyle açıklıyayım:
Ben sinema tv öğrencisiyim. Geçen yıllarda hocalarımızdan birisi bizden entropi ve dengeyi konu edinen bir kısa film çekmemizi istedi. Bunun üzerine biraz araştırma yaptıktan sonra şöyle birşeye kanaat getirdim. Bizim de içinde bulunduğumuz hayat dahil kainatın tümü düzensizliğin eline teslim edilmiş durumda. Şu şekilde ki:
Düzensizliği bir insan olarak algılayın biz dahil bütün herşey aslında onun için yapıldığını düşünün. Buradan yola çıkarak herşeyde düzensizliğin var olduğunu düşünebiliriz. Bir iki örnek vericem sizler de çevrenizde bunun gibi örnekler algılayabilirsiniz.
Herhangi bir şeyden faydalanmak için düzensizliğe ihtiyacımız vardır. Çok güzel bir yatak düşünün. Çok güzel bir şekilde temizlenip düzenlenmiş. Eğer temizliği ve düzeni bozulmasın dersek o yatağa yatamayız. Böylece yataktan faydalanamayız. Ama o yatak yatılmak için yapılmıştır. Yatmak da yatağın düzenin bozulmasına sebeb olacağından, ondan faydalanmak için düzensizliğe ihtiyacımız vardır.
Diğer bir örnek ise gene ev ortamından olsun. Bir evin içi haftanın belli günlerinde düzenlenir. Ya da sürekli düzenlenir. Bu sitemin hangi aralıklarda döndüğünü bilmiyorum. öğrenci olduğum için:).
Ne diyorduk sürekli düzenlenir. Burada dikkat edilmesi gereken aslında o evde yaşayan kişinin tertipli düzenli olması değildir. Dikkat edilmesi gereken, eşyalar ne kadar düzenlenirse düzenlensin belli bir süreden sonra tekrar düzenlenmesi gerektiğidir. Burada sanki yaratılmış sistemin bir kanunuymuş gibi düzensizliğe gidiş vardır. (tüm müdahalelere rağmen)…:)
Dengesizlik! Aslında bu kavram hayatın kendisini anlatıyor, evreni. Herşey ahenk içinde belli bir dengeye sahip gibi görünse de aslında biri diğerinin kurallarını alt üst ederken denge aramak akıllıca olmasa gerek, örneğin özgürlük, benim özgürlüğüm seninkini, senin özgürlüğün benimkini kısıtlıyorsa ve kuşkusuz özgürlük gerekliyse denge aramak akıllıca değil ama her nedense toplumlarda dengesizlik akıllıca değil şeklinde kabül görmüş.
İşe başvurmak, bu kabul edilebilir birşey bile değil benim için, sizin için ne anlama geldiğini bilemem ama eğer ben bir iş yapacaksam bu ya kendi işim olmalı yada iş bana başvuru yapmalı aksini kendime saygısızlık olarak kabul ederim. Üretebiliyorum, bu ülke üretebilenlere düşman olsa da üretebiliyorsam ya işimi yapacağım ya da iş bana gelecek.
Bir gün Akşam gazetesi İzmir matbaa sorumlusu ile tartışıyorum, diyorum ki bazı prensiplerim var, bunlardan ödün vermem, açık ve net bir cümle, adam bana cevaben marlboro içersin prensip meselesidir, otobüse dolmuşa binmezsin taksiye binersin prensip meselesidir (!) böyle ahmakça bir fikir onunki işte, prensibin ne anlama geldiğini bilmiyor ama iş başvurusu yapıyor, üstelik işe alınıyor ve çalışıyor! Demek ki ben başvuracak kadar ahmak değilim.
2007 yılı haziran ya da temmuz ayı, bir partiden İzmir M. V. adayıyım. Adayı olduğum parti genel başkanı ve 24 İzmir adayı otobüste bir yöne doğru yolculuk yapıyoruz, genel başkan adaylarla teker teker sohbet ediyor, Allahım yalakalıkları görün, vay İzmir’de şöyleyiz, vay böyleyiz bu kadar olur 24 adayın biri başkanın kendi, diğeri ben kalan 22 aday aynı şekilde konuştular ve denge sağlamış oldular :) (!) İşte denge, seçenle seçilen arasındaki uçurum da ters bir denge herhalde. Dengesizlik aslında doğallıktır, olduğun gibi davranmaktır dengesizlik!
Hayatımda dengeli bir adam görmedim başarmış olsun. Boşverin toplumun kurallarına uyum sağlamayı, kendi kurallarınızı ortaya koyun ve onlara uyun, eğer mutlu değilseniz bilin ki toplum kurallarına ayak uyduracağım derken çok fazla eğilip bükülüyorsunuzdur. Şunu da unutmayın ki toplumda kurallar da birileri istediği için o şekilde oluşur, toplumu yönlendiren birileri de vardır ve onlar kendi kurallarını ortaya koyup kalabalık kitlelere kabul ettirenlerdir. Ayrı bir açıdan bakacak olursak, coğrafyasının neredeyse her cm2 si düşman işgali altında kalmış bir adamın onu kurtarma planlarıyla ortaya çıkması, dünyanın büyük bir bölümünün kabul edip inandığı bir şey varken yeni bir versiyon tebliğ etmek ve eskisinin hükmünün sona erdiğini söyleyerek bunu kalabalık kitlelere kabul ettirmek, islamcı bir maskenin altında gayri müslim hareketlerde bulunmak ve bunu millete islam diye yutturarak kalabalık kitleleri arkandan sürüklemek akıllıca kabul edilebilecek ve dengeli birinin yapabileceği şeyler olmasa gerek!
Pingback: Patch Adams: Anarşist Palyaço Doktor! « Keremeyupoglu's Blog
Pingback: Fikir Atolyesi Patch Adams: Anarşist Palyaço Doktor!
Pingback: Sen Terfi Beklerken, Onlar Facebook Profiline Bakıyor!
Pingback: Fikir Atolyesi Bipolar mı, Yoksul Olmak mı?
hem toplum içinde huzurlu yaşayıp [dengeli olup], hem de nasıl benzerlerimizden sıyrılacağız? demişsiniz, zaten bu olması gereken şeyler benzerlerimizden sıyrılmak için farkedilmek için bunların farklı yönlerini denemeliyiz, mesela huzurlu olmanın farklı yönlerini deneyerek, dengeli olurken daha dikkatli olmak sadece farklı olmak o kadar??
Yazinizin ana catisini olusturan arkadasinizin densizliginin yanisira daha yaratici birsey
Denge ve dengeli insanlarla ilgili fikirler sadece bir önyargı olabilir mi?
Ne başarı son durak, ne de başarısızlık ilk durak. İnsanın hayeleri de olabilir ama en güzeli ideallerini gerçekleştirmesi…
her şey açıktır dostlar kahinat denge üzerine kurulmuştur mevla -+ hepimizi değişik özellikler vermiş karakter, yetenek, sima vs denge+yaratıcı, uçuk, olaylara farklı gözle bakan, zeki, ve en önemlisi cesaretli kişi. bunlar birbirlerine çok yakın kavramlardır neden derseniz şöyle izah edeyim.
yaratıcılık özellikleri bulunan kişi olağan düşünce ve kalıpların dışında doğuştan istemsiz olarak davrandığı için zaten kendi içinde dengelidir. kendini kısıtlarsa buna denge diyemem. korku, panik cesaretsiz davranmak kişiyi köreltir. kendin olamama. herkesin farklı alanlarda yaratıcılıgı vardır ama yürürlüğe sokamaz. çünkü inanmaz kendine başta set koyar zaten işte en büyük sorun. şunu unutmayın yaratıcılık özelliği denge kavramını ayırmak zaten başlı başına saçmalık. olabileceğin ama olamadığın kişi ol özün.
selamlar.
Herkese merhaba,
Sayın Tunç, 2 gündür sizin ve özellikle yorumcuların sayesinde gözlüğü tekrar takmak zorunda kaldım :) Yazılarınız keyifle okuduktan sonra, en az sizin yazılarınız kadar güzel birbirinden değerli yorumları okumak ayrı bir keyif…
Orta yaşın üzerinde bilgisayar ve internet temelli uygulamalarda çevremde bu işlerin piri olarak bilinsem de, bu işlerde kayda değer başarılı bir girişimim henüz daha olmadı. Ama asla vazgeçmedim. Bir gün hayallerimi gerçekleştirebileceğim bir işe ve başarıya olan inancım ve azmim körelmiş değil.
Yazınızı okuduktan sonra kendi kendimi sorguladığımda, evet ben bir “gri”yim, diyebiliyorum. Sanırım artık renk verme zamanı geldi!.
Hala arasıra görüştüğüm eski bir patronum bir keresinde hiç unutmadığım bir laf söylemişti, “İstersen ağzınla aynı anda üç kuş yakalayacak marifetin olsun, kendini satamadıktan sonra üç kuruş etmez,” gibi büyük bir laf etmişti. Hala kendimi satamıyorum. Anlıyorum ki bunun gri’likle büyük alakası var.
Renkli olduğunuzda dikkatleri çekersiniz, iyi ya da kötü en azında bir iletişim başlar, iletişim iyidir.
Herkese renkli günler diliyorum.
Düş Enstitüsü’nden merhaba herkese…
Düşler, gerçeğe giden yolun ta kendisidir. Düşlerinin peşinden koşan eninde sonunda onu gerçek kılar. İste ve olsun… Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmasınlar onun yerine köy projesi yaptırsınlar.
Yazınız için teşekkürler Tunç Bey :)
Herkese selamlar, ben herkesin düşüncelerine saygı duyarım. Düşünce bana, insanın ne kadar çağa ayak uydurdugunu gösterir. Bazıları, geri kalmışlığı ile övüne dursun, bazıları ise ilerleyişin önüne bir bent gibi geçmenin peşindedirler.
Deli kavramına inanmıyorum. Neden derseniz; insanlara akıl veren, yoktan vareden yüce mevla, neden birine az birine çok versin ki. Denge denilen mevzuatı bizlere bahşeden o degil mi? Deli yoktur, insanlar cesaretlerini yerli yerinde kullanamazlar veya fikirlerini ifade edemezler, hepsi bunun eseri degil midir, asabiyet ve delilik başka açıklaması yoktur, en azından benim için.
Yaratıcılığı geliştirmekle ilgili bişeyler okuma umuduyla gezinirken bakıyorum ki tam da doğru adrese gelmişim… Yaşadığımız gündelik şeyler ancak bu kadar iyi gözlemlenip sentezlenebilir..
Aslında yabancı karaler değil bunlar bize… Neredeyse sokakta farklı diye taşa tutacağımız eksantrik kişiler değil midir, birbirinin kopyası insan sürüsünden sıyrılıp kendi tarzlarını bulup yaratıcılıklarını ortaya koyanlar…
Bu yazıdan sonra birkez daha anlıyorum ki sınırları zorlamak, olaylara normal insan gibi değil deli gözüyle bakmak, dengede değil muhalefet olmak gerekiyor sıradışı bir şeyler ortaya koyabilmek için…
Bilgi Üniversitesi, reklamcılık bölümünde okurken – yıl 2003 – okuldaki hocalarıma önerdiğim ders: “İş Hayatının Gerçekleri” veya “Hayatın Acımasız Gerçekleri”
Üniversiteye başlamadan önce, bu gerçeklerle tanışmış ve halen tanışmaya devam eden bir bahtsız girişimci olarak – tahsilat problemlerinden, yenilen onlarca maddi ve manevi kazıktan sonra – halen bu dersin okutulması gerektiğine inanıyorum.
“Yaratıcılık” nağralarını böğründe kabartan, 110 kişilik sınıfta Atilla Aksoy’un “kaç kişi reklam yazarı olmak istiyor?” sorusuna güruh olarak parmaklarını hevesle kaldıran ama neticede 110 kişiden 1 kişinin bu mesleği kör-bela yürüttüğünü duyduğum bir hale sokar insanı; “iş hayatının gerçekleri”. (nitekim McCann-Erickson’dan başarılı zamanlardan sonra kompleks abidesi mobbing uzmanı (iş yerinde psikolojik taciz uygulayan zat) bir yaratıcı yönetmen bozuntusu tarafından benim de o defterim kapatılmıştı.) Nitekim İş geliştirme ve stratejik planlamadan bir hayli memnunum.
Şimdilerde o okutulmayan ama okutulması %1milyon gerekli olan “iş hayatının gerçekleri” dersine konu başlığı olacak, Atilla Aksoy’un “How advertising works” dersinde altını bir kere çizerek söylediği bir cümle geliyor sık sık kulağıma: “Müşteri, ajansının ne kadar yaratıcı olacağına karar verir.”
Ya olay tabi ajans ve reklamverenin pazarlama yetkilileri arasında yıllardır süren bu çekişme değil. Olay, “yaratıcılık” “inovasyon” diye bir taraflarını yırtarak konferansta ahkam kesip, sonra “yaratıcılık” için içinde “cesaret”in kırıntılarını arayan yöneticiler, CEO’lar, müdürler, bilmem ne sorumluluları… Bırakın “denge”yi, pusulası olmayan ve ülkenin ekonomik şartlarını bahane edip “an”lık “satış odaklı” başarıların peşinde koşan pek çok “rakam” sevdalısı var.
“Yaratıcılık” kavramını faydasına kullanan ve bu anlamda fark yaratan markalar da bu topraklarda varoldu, evet. Ama halen bu mükemmel örnek vakalardan ders çıkararak – önünde duran buram buram yaratıcılık kokan bilgiyi kullanmaya çalışarak – iş hayatını devam ettirmiyoruz, ettiremiyoruz. – Neden?
– türk milleti anlamaz.
– b.k anlamaz!
karış karış gezdim her köşesini – bir belgesel projesi için. Her bir halttan anlar Türk’ün kurnaz aklı. O yüzden okunan mavallar boşunadır.
Hatice değil, neticeye bakacak olursak;
Biz çenemizi yaratıcılık ve denge kavramı üzerinde yora duralım – ki kesinlikle faydalı konulardır bunlar, siz de çok iyi irdelemişsiniz, görüşlerinize katılmamak elde değil – önce şu plazalarda çalışan ve buram buram “hıyar” kokusu salan büyük çoğunluk hakkında bir şeyler yapmak lazım. (sözüm meclisten dışarıdır; elbette o plazalarda çalışıp da hıyar kokusu salmayan nice insanlarımız da var). P plazalardan taze hıyar kokuları yükselmemesi için de, üniversitede “iş hayatının gerçekleri” adlı dersi babalar gibi okutmak lazım. Çünkü “hıyar” kokusu; o düzene uyulduğu için insanlar tarafından salınmaktadır.
Tabi bu dersle de olmaz ya; aile eğitimi, kültürü, sosyal çevre, kişinin kendini geliştirme düzeyi de bu dersleri algılamak için önemli.
üf çok yazdım.
Kıssadan hisse… Sizi beğenerek okuyorum.
e bu kadar.
Köyün delisi olanın seveni az, dengeli arabulucu insanın seveni fazla olur demek bence yanlış. Ya da doğru olsa da eksik diyorum ben.
Köyün delisini seven insan gerçekten seviyordur, ödün veren ya da yapmacık insanı ise diğerleri sever görünür ama gerçekten sevilip sevilmediği hakkında bir düşüncede durur aklının bir köşesinde bence. Yazının sonunda hem dengeli (benim yazınızdan anladğım tarzda pasif) hem de nasıl benzerlerinden nasıl ayrılırsın diye sormuşsunuz.
Her insanın özel bir taraflarının olduğuna inanırım ben ki internette dolaştıkça da bu inancım pekişiyor. Bizden, içimizden biri çok harika şeyler yapabiliyor, kendini köyün delisi olarak tanımlayabilir ya da tam tersi, demek ki her insan birşeyler yapabilir ki sivrilmekten kasıt göreceli bir kavram bence.
En basit örnek; bir üniversite mezunu anne kariyerinde zirvede ancak çocukları ile ilgilenmiyor ve çocukları başarısız, ama aynen onun gibi bir başka anne sıradan bir anne ilkokul mezunu ya da okuma yazma dahi bilmiyor ama anneliği yapıyor ve çocukları için tüm gücünü sarfediyor. İşte bu benzerinden sıyrılmaktır.
Diğer yazınızda bahsettiğiniz gibi bazıları sıyrılmak için yarıkta sıkışıp kalıyor, bazıları ise özveri gösteriyor, bencil davranmıyor ve hayatta kalıyor. Sıradan olmak iyidir derim ben, çünkü artık sıradanlık sıradışı geliyor bana.
Yazınızı okumak büyük bir zevkti, takip etmeye devam edeceğim. Kolay gelsin.
Bu yazıda garip bir çelişki var. Belki denge kelimelesini kaldirip başka bir şey yazmalı. Belki de yaratıcılığı kaldirip yerine başka birşey. Bilemiyorum.
Yaratıcılar deli midir? Deliler yaratıcı mı? Dengeliler yaratıcılıktan uzak mı? Yaratıcılar dengesiz midir? Yaratıcılık olaylara farklı bir bakış açısından çözüm/sunum getirmek değil midir? Burada dengenin işi nedir?
Denge + varsa – olması demektir. Denge notr ya da yok olmak demek değildir ki.
30 yaşlarıma adım adım yaklaştığım şu zamanlarda cesaretimin de adım adım kaybolmasını dehşetle izliyorum.
Üniversite yıllarında akademik ilişkisi sınırlıda olsa reklamcılığa ve metin yazarlığına olan ilgim sebebiyle hiç bir deneyimim olmadığı halde yaptığım bütün başvuruların ardından – hemen hemen ve muteber ajanslara >: ) – görüşmeye çağrılmıştım. Hış, bu görüşmeler pek parlak geçmemiş olacak ki hepsinden elim boş dönmüştüm.
Ama şunu net hatırlıyorum; Asla bir özgeçmiş yazmamıştım bu ajanslara; bir görüşme sırasında elinde tuttuğu dört satırlık başvurumla, o anda faks makinesinden çıkan üç-dört sayfalık özgeçmişi mukayese eden sanat yönetmeninin “iyisin hoşsun da biraz mahalleli havan var” deyişi belki de yukarıda bahsi geçen mülakatın, dengenin ve yaratıcılığın kritiğini oluşturuyor.
SEN SEN OL! KİMSENİN SEN OLMASINI BEKLEME..! Deyip yolumuza devam edeceğiz empati kurarak. Hayatta en büyük çılgınlık bunu başarmak, o zaman sorunun cevabı oluşur yaşamda.
Biz millet olarak söyler ama söylediklerimizi yaşama geçiremeyiz. Sorsanız kimse kimseye karışmıyor (pehh); anne baba çocuğa karışır, onun iyiliği için olduğu söylenir, o yetmez torunlara karışırlar, damatlara gelinlere… Komşu komşuya karışır ağır abidir mahalleden, sorumlu hisseder kendini… Patron işçiye.. Amir memura… Bu örnekler karışmaktan da öte baskıyla doğrularını\içindeki olmamışlıklarını\ezikliklerini\desinlerini\yaptırım güçleriyle yaptırmaya çalışırlar böyle olmaz..!
Sen sen olur karşındakininde o olduğunu unutmaz (birey) ve saygı duyarsan, değil benzerlerinden, sendeki zorla oluşturulmuş senden kurtulursun.. Bir ben var ki benden içeri…
Siz de o işe yarar dengesizlerden birisiniz. Birçok insan eleştirilmeye tahammül edemez. Buradaki yazılarınızı zaman ayırarak, araştırarak, emek vererek oluşturmaktasınız. Sonrasında bunları yoruma açık olarak internete ulaşımı olan herkese sunmaktasınız. Bu genele aykırı (yazınızda bunun eş anlamı dengesiz) bir durum değil mi?
İşe yararlık ise, fikirlerinizle birlikte gelen yorumaların oluşturduğu akışın, bize tecrübe ve farklı bir bakış açısı olarak geri dönmesinden gelmekte.
Huzur derken köşeli parantez içinde dengeli olmak durumunu vurgulamışsınız. Bence çok ilişkisiz kavramlar. Huzuru ilişkilendirdiğiniz dengeye bakarken toplum içindeki sosyal durumu kastettiniz sanırım. Huzur deyince bu değil de daha çok insanın kendisiyle barışık olması, yaptıklarının kendisine rahatlık vermesi, her türlü yoruma, muhabbete açıklık gibi durumları anlıyorum. Kısaca huzuru, bireyin tek olarak kendini ele aldığı durum psikolojisi yaratır gibi.
Bu düşüncelerden çıkardığım benzerlerimizden sıyrılma yolu, değişime açık ve her türlü değişkeni göz önünde bulunduran bir işe yarar dengesiz olabilmekte…
yaratmak ALLAHA mahsustur:D
İstatistik eğitimi aldığım yıllarda, bölüme girdiğim ilk dakikadan itibaren, kendimi kesinlikle bu alana ait hissedemedim. 5 yıl boyunca arka sıralarda bazen uyuklayan, bazen ders notlarına çizimler yapan vasat bir öğrenciydim. Eğer dengeli davranıp genelin beğenisini kazanmak yolunu seçseydim şu an bankaların birinde mutsuz bir çalışan olacaktım. Oysa ben herkesi karşıma alıp içimdeki sesi dinledim.
Huzuru buldum mu? Acılı bir süreç sonrası evet. Çünkü sürüden ayrılmıştım ve 5 yıllık bir eğitimi yok sayıp herşeye sıfırdan başlamıştım. Üniversite eğitimimin bana tek faydası hayallerimin bölümünde yüksek lisans yapma olanağı sağlamasıydı.
Dengeyi ödün vermek olarak tanımlamışsınız. Daha önce hiç böyle düşünmemiştim ama gerçekten çok doğru bir tesbit. Bence başarıya giden yol inandıklarımız konusunda ödün vermemekten geçiyor. O zaman zaten hem huzuru yakalayıp, hem de benzerlerimizden sıyrılmış olmuyor muyuz?
Merhaba arkadaşlar ve tabiki bu mükemmel yazıyı yazan sevgili Tunç… Öncelikle ellerine sağlık yine yeniden düşünme sınırlarımı zorlattırdın bana, teşekkür ederim.
Yazında bahsettiğin iş hayatına hazırlık dersi aslında her zaman var olmasını istediğim, savunduğum fakat uygulamaya konduğu zaman ise yine her zaman olduğu gibi ezbercilikten öteye geçemeyeceği için hakkında umudumu kaybettiğim bir fikirdir.
Böyle bir ders bize ancak sürekli güncelleşen bir konumda yararlı olabilir. Yani demek istediğim şu. Örneğin her gün yepyeni fikirlerle bir takım ‘köyün delileri’ yepyeni cv’ler oluşturuyor, kalabalıktan farkedilen olmak konusunda çok güzel başarılar elde ediyorlar (en son video formatında bir cv hazırlanmıştı sanırım). Eğer ben bu derste bu cv’lerin çıktığı günden itibaren takibini yapabilir, yapım aşamasını öğrenebilir, bıraktığı etkiyi gözlemleyebilirsem bu ders bana etkili olacaktır. Ama ne yazık ki günümüz eğitim sistemimizde bu hiç de mümkün değil.
Kevin Roberts’ın ilkelerini de okumuştum daha önce ve hata yapmanın hiç bir şey yapmamaktan daha önemli olduğunu, daha öğretici olduğunu anımsatıyor bana.
Sorunun cevabına gelirsek, bence normal olmak demek herkes gibi olmak demek, seninde söylediğin gibi orijinal fikirler hep uçlardan eksantrik kişilerden çıkar ama herkes eksantrik olursa bu sefer de bu normallik olur. Bu bence kişilikten, en başından gelen bişidir. Ilıman olmak veya net olmak, dengeli veya dengesiz olmak. Huzurlu olmak için dengeli olmak gerektiğini düşünmüyorum, toplum dengeli olabilir ama tabuları da inançları uğruna savaşan kişiler bozar. Onlar ne kadar değişik gözle bakarlarsa baksınlar değişik olmayan normal olmayan insanlara alışacaklardır.
Biz de bunun meyvesini iş hayatımız dahil bütün yaşamımızda alacağız inancındayım.
Pingback: Günün Seçme Bağlantıları
Burçak Güven’in 18 Şubat 2007 tarihli yazısındaki kuzeninin hikayesi bana ve Magic Talent ekip arkadaşlarıma büyük ilham verdi. 5 yaşında bant karikatür çizebilecek yetenekte bir çocuğun, ilkokul 1. sınıfta resim dersinden zayıf alacak kadar sistem malulü olabilmesi herkesi durup düşündürmeli..
Bir hafta sonra, 25 Şubat’da Sn. Emre Aköz’ün sütununda da benzer bir anekdot vardı, Prof. İsmail Üstel “her bir milyon kişiden 2’si dahidir. Buna göre Türkiye’de 150 kadar dahi var. Ama neredeler..?” diyor ve yakınıyor, “Durduk yerde icat çıkarma, eski köye yeni adet getirme gibi sözlere sahip bir toplumuz. Yaratıcı düşüncenin önünü kesiyoruz.”
Son refererans, 12. İK Zirvesinde konuşan Oxford Liderlik Akademisi kurucusu Brian Bacon’dan, “çalışanların % 87’si için iş, alınan para dışında hiç bir şey ifade etmiyor.”
Tümüne birlikte baktığımızda resim çok da parlak görünmüyor değil mi? Yok hayır, bize göre değil..
Peki biz kimiz?
KİM: Magic Talent, Ekim 2006’da birbirlerinden öğrenmek için bir araya gelen beş kişilik (2 öğrenci, 2 çalışan, bir yönetici) gönüllü bir grup.. Bugün aktif üye sayısı 23. Destek veren hayal ortağı ise 50’nin üzerinde. Gönül hedefi 2007 içinde 1000 kişiye ulaşmak. Her C.tesi sabah toplantı var.. Katılım serbest, yer Beşiktaş Starbucks.
NE: Nedir Magic Talent’ın ana amacı? 16-26 yaş gençliğin yeteneğini bulması, büyütmesi ve keyifle çalışacağı mesleği seçmesi için örnek model olmak. Gençleri, sadece parayı düşünerek değil, hayal ettikleri ve gerçekten keyif aldıkları hedeflerin peşinden gitmeleri için yüreklendirmek..
NEDEN: Yetenek Havuzu, kişisel farkındalığı ve öğrenme isteği yüksek gençlerden oluşacak. Staj/Yarı-zamanlı iş fırsatı, yaratıcılık ve inovasyona yatırım yapmak isteyen şirketlerde.
NASIL: Peki nasıl olacak bütün bunlar? İlk adım “Yeteneğini Keşfet” Üniversite Seminerleri. Çevremizdeki bol miktarda bulununan olumsuz mesaja karşılık, biraz da olumlu rol-modelleri, vazgeçmeyenlerin hikayelerini kendi ağızlarından dinleyeceğiz. İnteraktif ortamda bol bol soru-cevap imkanı olacak. İlk Seminer’in kesinleşen konukları R.Şanal/Kuantum Düşünce Tekniği, Burçak Güven/İşte İnsan ve Şahan Gökbakar.
NEREDE-NE ZAMAN: İlki Koç Üniversitesi, Mühendislik Auditoryumu’nda. Tarih 11 Nisan Çarşamba günü, 16:30-19:00 saatleri arasında. İkincisi İTÜ Gümüşsuyu kampüsü’nde. Tarih 25 Nisan Çarşamba, saat 14:00-17:00. Mayıs’da İstanbul’da 3 üniversite daha planda..
Eğer teknik ve mali imkanlar elverirse, seminer video kayıtlarının web’den [www.sihirliyetenekler.com] yayınlaması planlanıyor. Herkesi hayal ortağı olmaya, yeteneğini keşfetmeye davet ediyoruz.
“Sevdiğiniz işi yaparsanız ömür boyu çalışmazsınız.” Çin atasözü.
Gerçekten de Türkler sadece üstünü kapatır yanlışların, televizyonla gazeteyle basın aracılığıyla insanları bilinçlendirmeye çalışır “bakın biz böyle yapanların cezasını veriyoruz” maksatlıdır sadece, ama insanlar artık bilinçli ve ne yaptığını biliyor.
Merhaba,
Ben işletme bölümü 3. sınıf öğrencisiyim. ”Bugüne kadar okuldan ne öğrendin Ömer?” diye sorsalar vereceğim cevap ”Bir kaç teknik bilgi, onun dışında pekte elle tutulur bişey yok” derim.
Peki ”Okul sana ne kattı derlerse”…
Bir kere sosyal açıdan gelişmemi sağladı. Farklı karakterlerde birçok insan tanıdım, onları analiz etme fırsatım oldu ve böylece insan ilişkilerim gelişti, hala da gelişiyor.. En önemlisi ise okul bana ”Vizyon kattı.” Olaylara daha geniş perspektiflerden bakmayı öğretti. Yeniliklere açık bir toplumun ayakta kalacağını anlattı. Hayatın keskin uç noktalardan oluşmadığını ”dinlemenin” takım olmamının bireysellikten daha etkili olduğunu gösterdi!
Ben de uluslararası bir şirkette çalışıyorum 6 aydır. Teori ile pratiği birleştirebilme fırsatım oluyor. Her şirketin bir örgüt kültürü vardır, informal gruplar ve liderler dikey olsun, yatay olsun her türlü organizasyon yapılarında karar verme mekanizmalarında en etkili merciğdir.
Bazen genel müdür yardımcımıza eksik gördüğüm konuları, uygularsak diğer firmalardan farklı kılacak birçok noktayı söylemeye çalışıyorum. Örneğin; çok modern bir toplantı salonumuz var hem de birçok şirketi kıskandıracak ölçüde… Genel müdür yardımcımıza ”neden beyin fırtınası yapmıyoruz, en alttan en üste kadar sohbet havasında sorunlarımıza yanıt aramıyoruz?” dediğimde çok yoğun olduğumuzu, zamanımızın olmadığını söledi. Ama asıl işinin de bu olduğunu ekledi. Ve arasıra gelip kendisini ziyaret etmemi, benimle sohbet etmekten zevk aldığını dile getirdi.
Biz hala çok yoğunuz :=)
Ama bu olayın peşini bırakmak niyetinde değilim, çünkü başarının ”takım olmaktan” geçtiğini biliyorum.
Köyün delisi olmak bazı durumlarda farklı nedenlerle itici bir görüntü verebilir insana…
Bununla birlikte anormal olmaya-anormal düşünmeye kesinlikle bir itirazım yok ama; benzerlerimizden sıyrılabilmek için uyumu fikirde değil de, davranışlarda yaşasak olmaz mı acaba?
Herşeyden önce yaratıcılık ve denge kavramlarının birbirine olan uzaklığından bahsetmek istiyorum. Sadece aradaki uçurumu gözler önüne sermek niyetim.
Yaratıcılık, kişiye özgü bir kavram… Kişinin doğumundan itibiren gördükleri keza görecekleriyle; buna binaen yaşayışıyla yakından ilgili; bence. Eş, dost, akraba (akbaba) hısım-hasım… kısacası çevrede yaşayan, yaşanan ve olup biten herkese, herşeye dayalı hiyerarşik bir gelişim sürecinde bir nevi mizah olarak da değerlendirilebilir. Zira yaratıcı insan, espiri yapabilen ve yapılan espirileri yakalayan, algılayan ve anlayan insandır; kanaatindeyim.
Denge kavramı bana, bir kısıtlama; ne bileyim kabuğunu zorlamaya karşı bir mukavemet gösterme; ya da “etraf ne der?” kaygısıyla yanıp tutuşma-hep bir kavrulma- hissiyatlarını hatırlatıyor lakin dengeli olmalı insan… Dengeyi kurabilmeli ki yeni bilgiler öğrenebilsin. Yaşadıklarından, okuduklarından bir ders çıkarabilsin mamafih yaratıcılığı da o oranda gelişebilsin.
Velhasıl, yaratıcılık ve denge birbirine uzak fakat birbirine bir o kadar da muhtaç iki kavram… tıpkı mağrip ve maşrık gibi. Doğu’dayken Batı’yı, Batı’dayken de Doğu’yu unutumamak; hep hatırda tutmak bizi hem dengeli hem de yaratıcı kılacaktır. Dengeyi uç noktalarda yaşamak en güzeli olsa gerek.
Saygılarımla…
Kesinlikle Erdem arkadaşıma katılıyorum. Ben henüz bir ünviversite öğrencisiyim. İleride iş hayatımda bana yardımcı olacak bir dersle karşılaşmadım.
Düşünün staj için bile korkuyorum. Çünkü bir özelliğim yok.
Bu arada yazınız süper…
Ben sitenize ilk defa uğradım ve yazınızı çok beğendim. Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş, daha sık uğramak umuduyla, saygılar.
Güzel ve kanırtıcı bir soru sormuşsun Tunç, tebrik ederim. Ben bu sorunun cevabını yıllardır şu şekilde veririm:
İstediğin kadar çılgınlık yapabilirsin, yeter ki akıllı ol! Yani aklın ve sağduyun miktarınca çılgınlık yapma hakkın var. Eğer kendi aklın çılgınlığını “işe yarar” hale getirmiyorsa, başkasının aklına hizmet eden (veya edemeyen) bir çılgın olarak kalırsın.?
Benim önerdiğim de başka bir denge :)
Esasında okullarımızda ne öğretiyorlar ki… İş hayatımızda ne kadar kullanıyoruz… İş yerlerinde bir daha eğitimden geçmek zorunda kalıyoruz… Sorun; tuğla eğitim sistemi, farklı bireylerin yetişmesine engel oluyor…
Sevgili Tunç,
“Denge” büyük bir çoğunluk tarafından “ödün vermek” ve söylediğin gibi aynı zamanda “Genelin beğenisini almak istemek [herkes beni sevsin] ve çatışmadan kaçma çabası” gibi algılanmakta.
Ben buna daha çok “nabza şerbet ve politik” bir tanımlamanın daha uygun olduğunu düşünüyorum.
“Denge”nin temeli “al-ver” ve “kazan-kazan”a dayanır. Yani temelinde “müzakere” vardır. Bazı durumlarda ve şartlarda % 51 kazandırırken, bazı durumlarda % 49’un da kazandırabileceğini bilmek gerekir. Bu “denge”dir.
Strateji anlamında kazanmaya giden yolda muhakkak kazanç yollarını çoğaltmamız gerekir. Çoğaltmak için ise farklı kazanç alternatiflerini değerlendirmek, başarının anahtarıdır. Ortadoğu ve Müslüman toplumlar genelde “gurur” odaklı olduklarından, ilk öğretilen doğrunun tek olduğu ve kazanmanın her şartta % 51 haklılık olduğudur. Birey doğrunun tek olduğuna ve doğruya ulaşmanın da tek yolu olduğuna inandığı zaman “denge”yi taviz vermek olarak algılamakta.
Günümüzün komplex iletişimi ve zorlu insan ilişkilerini göz önünde bulundurduğumuzda, bireyin başarılı olması için tek doğrudan çoklu doğruya, tek yoldan çoklu yola ve ben merkezcilikten empatiye doğru bir değişim geçirmesi gerekir. Buna “denge” diyebiliriz.
Taviz anlamına geldiğini düşünmüyorum, tersine arzuladığımız hedefleri başarabilmemiz için seçtiğimiz muzakere süreci olarak nitelendiriyorum.
Diğer taraftan “denge”, “normal” ve “huzur” birbirinden apayrı konular olduğunu düşünüyorum. Elma ile Armut karıştırılmamalı bence nacizane… Kaldı ki “normal” doğru anlamına gelmez…
“Normal”i üç şey belirler:
1. Genel toplum değerleri, örfler
2. İstatistik, genelleme
3. Bireysel yetiştirilme ve psikolojik altyapı
Örneğin: Yöneticisine yalakalık bir şirkette istatistiksel anlamda çok fazla olabilir ve bu hareket çoğaldıkça o kurumda çalışanlar tarafından normal algılanabilinir. Hareket normal algılansa da toplumda, ya da bir çok insanın değer yargılarınca doğru bir hareket değildir. Normaldir belki ama doğru değildir.
Son olarak, ben Türkiye’de insanların çok fazla farklılaşmak istediğini bile düşünmüyorum. Böyle bir endişe yok insanlarda… Bakınız “marketing” bloglarına, herkes farklılıktan bahsederken birçoğu aynı içeriğe sahip! Hepsi bütün şirketlerin neyi doğru, neyi yanlış yaptığını yazarken, kimse kendisinden, çalışmalarından ve yaptığı yaratıcı işlerden bahsetmiyor nedense… Eleştirmek kolaydır ama yapabilmek cesaret ister…
Tamamen her görüşünüze katılmamakla beraber, yazılarınızı büyük bir keyif, ilgi ve beğeni ile okuduğumu belirtmek isterim.
Sevgili NaD
Ben de sana Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri öğrencisi olarak (yani inşallah seneye bir İK’cı olarak :) şunu söylemek istiyorum; benim çalıştığım ve staj yaptığım yerlerde yöneticilerim hep çok iyiydiler ve bunun yanında inan belli bir otoriteleri de vardı. Bu durum biraz iletişimde sınırları bilmekle, yani laubalilikle samimiyeti karıştırmamakla ilgili birşey bence.
Sen de sakın sevilmeyen bir yönetici olma, gerek yok :)
Konuyla ilgili olarak ise; bugüne kadar ortaya çıkmış keşfedilmiş ve bizim hayranlıkla baktığımız çoğu ürün, reklam vs de bu dengesiz olarak adlandırdığımız uç noktalarda yaşayan insanlardan çıkmamış mıdır?
Ya dengeli ve herkes gibi biri olmayı seçeceğiz, ılımlı ve tarafsız olacağız, ya da içinden geldiği gibi cesurca ve mantık çerçevesi içinde fikirlerimizi ortaya atıp belki yöneticilerimiz tarafından sivri biri olarak görülücez ya da anlaşılmayacağız ama birgün değerimizi :) ve farkımızı anlayan biriyle karşılaşıp fikirlerimizin değer bulacağına inanıyorum.
Risk almadan “herkes”ten biri olmak dışında birşey olamayız. Yaşadığımız dönem bizi böyle olmaya itiyor, eğer herhangi bir farkın yoksa yanındakinden, herhangi bir fazlan; işe de girmek zorlaşıyor, yükselmek de…
Sevgili Tunç, sanıyorum yazının sonunda sorduğun sorunun 2 ana farklı cevabı olabilir.
Bir tanesi sonuna kadar zorlayıp kendinden ödün vermemek ve bunu kabul edebilecek bir bünyede olmaya dua etmek-olmak (öncelikle arayıp bulmak koşulu burada devreye giriyor) ya da bahsettiğin denge çubuğunu doğru zamanda doğru tarafa kaydırarak oluşumu yönlendirmek, zorlamak ve biraz da şans.
Aslına bakarsan çoğunlukla içinde bulunduğumuz kurumsal düzen her noktada yaratıcılığa ve dolayısıyla bununla ilgili kişilik durumlarına açık değil, çünkü aslında bunu beklemiyor. Bunu belki şöyle açıklayabilirim; Kurumsal hayattayken kalabalık bir grup ile yaptığımız proje toplantısında mağazaları yönetecek kişilerin yetkinlikleri tartışılırken “liderlik” klişe olarak karşımıza çıkmıştı. Grupta 1 kişi buna gerek olmadığını, sadece uygulayıcı iyi yöneticilere ihtiyaç olduğunu, her yöneticinin lider olmak zorunda olmadığı yönünde fikir beyan etmişti.
Bu örnek içinde ne kadar haklıydı o ayrı bir konu belki ama bence arz-talep mantığı içerisinde yenilikçilere olan ihtiyaç üzerine bazı açılımlar yapabileceğini düşünüyorum. Bunun muhtemel sebebi ise çoğu şirkette düzenin sağlanması, kontrol olabilmesi vs gibi durumlar nedeniyle sorgulayan kişilerin sınırlı sayıda tutulmak istenmesi olabilir.
Öncelikle yazı için harikulade diyemeden geçemeyeceğim.. Ellerine sağlık hocam, dengeli olupta nasıl benzerlerimizden sorusuna yanıt veremeyeceğim ama bu güne kadar kendi yaşadıklarımdan, yani dengesizliğin bana kazandırdıklarından bahsedeceğim.
En güzel fikirlerim aklımın yerinde olmadığı zamanlarda gelir. En güzel fikirler hiç düşünülmeyecek zamanlarda aklıma gelir… En güzel konuşmalarımı uykusuz kaldığım gecelerin ertesi gününde yaparım.. Dengesizlik bende yaratıcı olan kendime olan güvenimi yerime getiriyor biraz da… Ben bu konulara yabancı sayılırım biraz.. Bulunduğum alan itibari ile ama biraz olsun yorum yapmak istedim..
Ve son sınıflarda “İş Hayatına Hazırlık” dersi ya da bu kapsamda bir ders olmalı.. Bir çok insan halen CV yazmanın inceliklerini bilmiyor ve bunlar benim arkadaşlarım, bu sene mezun olacak insanlar.. Ben biliyo rmuyum onu da bilmiyorum ama o kadar da kötü değilimdir en azından.. Ama dediğiniz gibi böyle bir ders gerekli.. Halen bir işe başvururken nasıl bir prosedür izlemeliyim onu bile her seferinde karıştırır oluyorum. Halen bir işim yok ama öğrencilik yetiyor..
Okullardaki eğitim ile ilgili sıkıntı her zaman karşımıza çıkıyor. Tunç senin dediğin gibi bir ders olsa bile kesinlikle bir süre sonra o derste sıradan işletme dersinin ötesini geçemeyecek bence. Bununla ilgili daha derin düşünmek lazım.
Gri olmamak… Ben bir işletme öğrencisi olarak yönetici tarafından bu konuyu ele almak istiyorum. Geçen sene kişisel gelişim kitaplarından bir tane okumuştum. Hafızam çok kuvvetli değil ismini hatırlayamıyorum, hatırlarsam tekrar iletirim.
Orada yöneticinin vasıfları ile ilgili bir çok madde vardı. Çoğu klasik yönetici liderlik maddeleri fakat biri benim dikkatimi çekti. Yöneticinin tavrı net olmalı! devamında iyi bir yöneticinin çalışan alt kademeleri tarafından fazla sevilmediğini, eğer seviliyorsa iyi bir yönetici olamayacağını belirtmişti. Bana ilk etapta çok saçma gelmişti.
Düşünsenize eğer bir işletmede yönetici iseniz o işletme belli bir ekip çalışması içerisindedir. Siz çalışanlarınız tarafından sevilmiyorsanız, o ekiptekilerin motivasyonu düşmez mi?
Fakat yazın bir olayla karşılaştım. Demirdöküm genel merkezinde staj yapma imkanı buldum. İlk günümde bana insanlar “Adnan beye fazla yaklaşma, samimi olma, onun yanında sessiz kal.” gibi saçma sapan öğütler vermeye başladılar. Bir süre sonra Adnan beyin (personel müdürü) burada çalışanlar tarafından sevilmediğini anladım.
Peki ne mi oldu?
Adnan bey ona karşı duruşumu hissetmiş ve personel müdürü olarak benimle konuşmak istemişti. Ben de tüm doğallığıyla olan biteni anlattım. Bana tek cümle söyledi; “eğer bir yönetici alt kademesi tarafından sevilemiyorsa otoritesini kurmuş demektir!”
Kitapta okuduğum anektodu gerçek hayatta da yaşamış oldum. Ben de bir yönetici adayı olduğum için bu noktaya dikkat etmeliyim.
Siz de bu fikre katılıyor musunuz?
Herkes hayatını istediği gibi yaşamak ister. Özgür davranışlar, yani içinden geldiği gibi hareket etmekte denebilir.
Davranışlarının sonucunda da hiçbir olumsuz tepki görmediği (iş, aile, toplumsal, anayasal, hukuksal vb.), yargılanmadığı bir hayat yaşamak ister.
Ancak bunu günümüz koşullarında yerine getirmek çok zor. Kimseye bağlı olmayan (paraya bile) bir hayatınızın olması gerekir.
Parasız bir hayat olamayacağına göre, insanlar çalışmak ve para kazanmak zorunda. Para kazanırken geçen zaman da, gününün yani hayatının büyük bir kısmını alır kişiden.
Sadece gerçekten severek yaptığınız bir iş olursa, dengesizliğinizi biraz dengeleyerek, mutlu olabilir ve farklılığınız ortaya koyabilirsiniz. Günün sonunda mutlu olmak için yaşamıyor muyuz?
Richard Branson’ın dediği gibi olmalı.
İşi iş, oyunu da oyun olarak görmüyorum. Herşey hayatın ta kendisi!
Bir arkadaşım vardı. İletişim fakültesine giriş mülakatında “bize bir bira reklamı yap” demişti heyet kendisine. Arkadaşım hiç düşünmeden kalkmış, kollarını havaya kaldırmış ve oynamaya başlamıştı. İki tur dönüşten sonra heyete bakarken ağzından dökülen kelimeler şunlardı: “efelerin efes’i”
Şiir yazardı, umarım hala yazıyordur. Matematiğim iyidir, bir gün bana integrali sordu. Anlattım. Integral kurallarıyla yazılmış şiir okudunuz mu hiç?
Sonra sonra, aynı kişi ilk uzun metrajlı film denemesinde Türkiye’nin en kaliteli sanatçılarıyla bir film çekti. Kendisine sorulan sorunun birini yakalamıştım canlı yayında. “Olmadı, beğenmedim.” demişti.
Lise-üniversite çağlarında köyün delisi diye anardık onu, öyle severdik. E-mail’ini bulabilirsem yazınızı göndereceğim. Tam O’na göre olmuş :)
Keşke işe alan tüm kurumlar Kevin Roberts gibi düşünerek alsa be abi :)
Ellerine sağlık. Çok güzel bir yazı olmuş.