48

Batının Çağdaş Uygarlık Düzeyini Geçtik mi Yoksa?

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum ancak özellikle son yıllarda muhteşem bir yabancı dil kullanma hevesimiz oluştu. Hayatın hemen her yerinde. Marka isimlerinden, lokantalara, evlerden radyolara… Çok havalıyız!

Evlerimiz; Mashattan, Almondhill Villaları, Aqua Manors Villaları, Aqua City, Art Canadian Villaları, Alice Village, Burju El Turco Apartmanları, Central Life Villaları, Flora Residence, Maro Negro, Milenium Park Villaları, My World, Nautilus Residence, Pelican Hill, Yeshill, Kemer Country, Villa Grand Villaları…

Alışveriş merkezlerimiz; Carousel, Galleria, Capitol, Atrium, Galaxy… Lokantalarımız; Paper Moon, House Cafe, Mangerie, Midpoint, Brasserie, Artz… Radyolarımız; Joy FM, Best FM, Powerturk, Radyo Mega, Number One FM…

Türkçeden bozma markalarımız da var; CoonDra (Kundura), Mardini (Mardin), Velini (Veli), Efendy (Efendi), Eskidji (Eskici), Laila (Leyla), Ramsey (Remzi) gibi.

Kasap bile kendine Rainbow Kasabı demiş. Dürümcü Dürüm Land, simitçi Simit Center olmuş!

Saymakla, yazmakla bitecek gibi değil.

Türkçe kullanımında uzman değilim, dolayısıyla ahkam kesmeye de pek yetkim yok. Bunu yapacak olan Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, üniversiteler veya enstitüler var zaten.

Dilimizin özensiz kullanıldığını, pazarlamaya alet edildiğini veya caka uğruna heba edildiğini görmek benim canımı sıkan.

Özensiz kullanımdan kastım; konuşur gibi yazmak ve imla kurallarını hiçe saymak. Msn’de bir arkadaşımızla yazışırken olmasa da, başka kişilerin okuma ihtimali olan yazılarımızda (blog, yorum, e-posta gibi) ‘evet’ yerine ewet, ‘bir şey’ yerine bişey, ‘gideceğim’ yerine gitcem yazmanın gerekçesi “rahatlık!” olmamalı.

Pazarlama bilimini bahane ederek [çünkü o zaman biz tüketicilere daha cazip geliyormuş!] dilimizin nasıl kenara itildiğini, nasıl hava atıldığını Yılmaz Özdil’in alışveriş merkezi Kanyon hakkında yazdığı bir yazının satır aralarında görmek mümkün:

“Yasai katsu curry. Ebi raisukaree. Yaki udon. Moyashi soba.

Nedir bunlar? “Karateci” diyenler, bilemedi.

İstanbul’da yeni açılan Kanyon alışveriş merkezi var ya… Onun içindeki restoranlardan birinin mönüsü bu… “Pilav, mantarlı tavuk, kabak” falan demek istiyor.

Merak ettim, gezdim Kanyon’u. Amerika’da mıyız, Japonya’da mıyız, İtalya’da mı, anlamadım… Türkiye olmadığı kesin.

Asabım bozuldu, sigara içeceğim. Oturdum bir yere… Şöyle yazıyor duvarda. “Kahvelerimiz Peru orijinli, Villa Rica çekirdeklerinden hazırlanmaktadır.” Aferin.

Garson yanaşıyor, sipariş vereceğim…
– Sıcak içeceklerden ne var?
– Espresso, decaffeinate, cappuccino, latte macchiato, cafe au lait, hot milk, hot chocolate, green tea, peppermint, chamomile flowers…
– Türk kahvesi yok mu?
– Maalesef.
– Su rica edeyim o zaman.
– Normal mi, San Pellegrino mu?
– Dizel olsun…

Abartmıyorum… Çıldırırsınız.

Mağazalara bakıyorum. Havaya giriyor insan. Şeytan diyor, dal içeri, “how much” diye sor…

Çünkü sağımda Angelo Nardelli, Bally, Bashqua, Carnevale, Perigot, Haaz. Solumda Fornarina, Guess, So chic, Murphy&Nye, Patrizia Pepe, Swarovski. Önümde Scabal, Thomas Pink, Birkenstock, Cesare Paciotti, Furla, Shisly. Arkamda Mom-to-be, Only, Mandarina Duck, Vetrina, Kaloo, Via Pelle…

“Allahım ben neredeyim” diye düşünüyordum ki… Sinemayı gördüm. “Mars Cinema” yazıyor. E Mars olabilir. Başta demiştim… Türkiye olamaz.

Bu saatten sonra da, hiç kimse çıkıp, “tekstilimiz şöyle ilerledi, böyle atılım yaptı” filan demesin bana… İlaç için bir tane Türk markası yok. Sadece Başbakan’ın kankası, sponsor Remzi’nin mağazası var. Onun da adı, Ramsey.

Özetle… Hani hep konuşuluyor ya, “hayatımız ithalat oldu, cari açık patladı” diye… Cümleten hayırlı olsun. Cari açığın, artık alışveriş merkezi de var.”

Şubat 2002’de Atlas Dergisi Yayın Yönetmeni ve gazeteci Özcan Yüksek “Misyoner pozisyon, batı, doğu, güzel Türkçemiz ve biz”i anlattığı bir yazı yazmıştı. O yazının da son bölümünü paylaşmak istiyorum sizlerle:

“Misyon sözcüğü artık dinsel anlamını çoktan yitirdi. Artık “kaba” sömürgecilik yok. Ama gelişmiş toplumların, bizim gibi “gelişmemiş” toplumlara “uygarlık” getirme, “eğitme”, “kalkındırma”, misyonları devam ediyor. Onlar çizgisel tarihin daha ileri bir aşamasından bize bakıyorlar. Daha üstteler. En büyük başarıları, misyon ruhunu minik bir bilgisayar chip’i gibi bilincimizin derinliklerine yerleştirmek oldu. Modernizmden kaçması imkânsız Doğulunun fazladan bir benliği daha oldu. Bu benlik diğer benlikleriyle devamlı köşe kapmaca oynuyor.

Şöyle konuşuyor, Batılı benliğimiz:

Müslüman kalabilirsin ya da başka bir dinde, ama beni yakalamak için değişmelisin dostum. Dilini değiştirmelisin önce. Yüksek ortamlarda benim dilimi kullanmalısın. Benim dilimi ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenmen yetmez. Kendi dilin yabancı kalmalı, hatta neredeyse etnik bir dil, benim dilim ise yüksek ortamlarda anadil olmalı.

Nedir bu yüksek ortamlar? En başta yüksekokullar. Sonra liseler, ortaokullar, ilkokullar, hatta anaokulları. Kendi dilinle konuşmak sende aşağılık duygusu yaratmalı. Örneğin marketing (pazarlamanın yüksek olanı) alanında benim sözcüklerimle cümleler kurmalısın. Kendi dilinle ifade etmeye çalış bak, ne kadar da bayağı kalıyor. Global dünyanın bir parçası olarak kendini hissetmek istiyorsan, benim yaptığımı iyi yapmalısın.

Gazetelerinin, televizyonlarının isimleri bile benim dilimde olacak (Eskiden beri olanlar kalsın). Edirne’den Sibirya’ya kadar bütün Türkler, gökteki yıldıza yıldız der, ya da “cıldız”. Biliyorum binlerce yıldır bu böyleydi. Ama artık star demelisin. Unut artık yıldızı. Senin yıldızın geçmişte değil, Doğu’da hiç değil, bizim tarafta. Zaten bu konuları da sana ben öğretmiyor muyum? Hangi ülkede Orta Asya ile ilgili daha çok araştırma yapılıyor sanıyorsun, sende mi bende mi?

Bırak sözcükleri, harfleri bile istediğim gibi okuyacaksın. Kendi harfini benim okuduğum gibi söyle. Entivi de, mesela. Diğer türlü söylemeyi dene, bak, sen de gördün, ne kadar da bayağı, köylü, doğulu bir “sound” değil mi

Hem sen değil misin modern olmak isteyen? Kendini ve kültürünü, dilini, geleneklerini, geçmişini aşağıda hissetmezsen (açıkça değil tabii, içinde, sadece içinde) bu metamorfozu gerçekleştiremezsin dostum. Paşa’ya Pasha, Leyla’ya da Laila diyeceksin ve yazacaksın. Biraz oryantalist ama, daha “Batılı gözüyle bir Doğulu şıklık!”

Sen bakma köşk sözcüğüne, biz artık ona kiosk diyoruz, sen de öyle söyle. Hah şöyle! Ne diyoruz, concept yaratmalıyız. Yaratıcı ol, kendine creative de. Fabrikayı Ümraniye’de kur, markanı İtalyancadan al. Yoksa malını satamazsın. Türk olduğu anlaşılırsa ya da Türk gibi gözükürse kimse evine sokmaz. Sen ona, Türk olmayan bir isim bul en iyisi. Kimse de sana kızamaz. “Trend” böyle. Tavuk bile satamazsın. Neden, Mudurnu Chicken oldu sanıyorsun? İnsanlar tavuk değil “chicken” yemek istiyor.

Ne zamandır, radyolar “Goooooood morning Türkiye” diye sesleniyor. Bizi uyandırmak için olsa gerek.”

Katı sınırların hızla kalktığı günümüzde yabancı dil bilmenin önemini tartışmaya tabii ki gerek yok. Hem de tek başına İngilizce değil, mümkünse Almanca, Fransızca, Çince, Japonca… Ne kadar çok, o kadar geniş bilgi ağına kaynağından ulaşabilmek demek. Ancak önce kendi dilimiz, önce Türkçemiz…

Yoksa ulu önderimiz Atatürk’ün bize gösterdiği “batının çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve geçme” hedefini yanlış mı anlıyoruz?

Yorumlar 48

  1. sehercik

    uygarlıkta batı kültürünün önemini açıklayan bir yazı istiyorum lütfen ödevimiz var

  2. AYSEL

    GRIGORIOS’UN GİZLİ MEKTUBUNDAKİ İTİRAF

    Patrik Grigorios’un Rus Çarına gönderdiği ve patrikhanede saklanan bir mektubu vardır.. Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi General Ignatiyef, bu mektubu Grigorios idam edildikten yıllar sonra Patrik Yermanos da görür. Grigorios bu mektubunda Türk milletinin vasaflarını ve onların hangi hile ve vesiselerle bozulabiliceğini yazmıştır. General İgnatiyef de hatıratında bu tespitlere iştirak ettiğini zaten doğruluğununda yavaş yavaş ortaya çıktığını yazmaktadır.

    İşte gelecek nesillerimize aktarmamız icap eden vasıflar:

    – Türkleri maddeden ezmek ve yıkmak mümkün değildir, çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrur ve izzeti nefs sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetlerinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaatlerinden gelmektedir.

    – Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda idare edecek liderleri sahip oldukları müddetçede çalışkandırlar.

    – Gayet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve şecaat duguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarından, selabetindendir.

    – Türkler de önce itaat duygularını kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini menfaatlerini zaafa uğratmak icab eder. Bunun da en kısa yolu milli ve manevi an’anelerine uymayan yabancı fikir ve davranışları onlara aşılamaktır.

    – Türkler dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna manidir. Eğer geçici bir süre görünürde kuvvet ve kudret verse de Türkler dış yardıma alıştırılmalıdır.

    – Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden çok kudretli gören kalabalık ve hakim güçler karşısında zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve Türklerin üstün maddi vasıflarla yıkmak mümkün olacaktır.

    – Bu sebeple Osmanlı Devletini tasviye için sadece savaş meydanlarındaki zaferler kafi değildir. Hatta sadece bu yolda yürümek Türklerin haysiyet ve vakarlarını harekete geçireceğinden hakikatleri anlamalarına da sebep olabilir. Yapılacak iş Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı tamamlamaktır…

    VE ŞİMDİ BUNU YAPIYORLAR, NE ZAMAN UYANACAĞIZ?

  3. HAYAL

    selam öncelikle tunç. bu siteyi ilk defa görüyorum, açıkçası sadece bir raslantı. yazdıklarınızı şöyle bir gözden geçirdim, gerçekten okunmaya değer buldum.

    haklı olduğunuz çok konu var ama benim en çok ilgimi çeken yabancı kelimelerin türkçeden daha fazla kullanılması yönünde. bundan çok fazla rahatsızlık duyuyordum. açıkçası bu fikri benimseyen birirlerinin olaması da gerçekten çok hoşuma gitti.

    hani bir söz vardır BİR ÜLKEYİ PARÇALAMAK İSTİYORSANIZ ONLARA DİLLERİNİ BOZMAKTAN BAŞLAYABİLİRSİNİZ. bu sözün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görüyorum.

    söyledikleriniz gerçekten düşünülmesi gerekenler. zamanla batılıdan dahada batılı olacağız ve bu çok üzüntü verici bir tablo.

    yorumları da okudum, geneli size hak veriyo ama bazıları da bunun çokta önemli olmadığını vurgulamış. ehemmiyeti zaman gelince göreceğiz diyeceğim ama inşallah o günler gelmez de insanlar kendilerine bir çeki düzen verirler.

    payaştığın için bu önemli konuyu teşekkür ediyorum sana. yazılarının devamını bekliyorum…

  4. Canan

    Annemin bana küçüklüğümde söyleyipte unutamadığım bir cümlesi vardır.. “Bildiğin sana, öğrendiğin bana” derdi. Yabancıların bizlere yaptığı da bu değil mi?

    Bildikleri şeyi zaten biliyorlar ama bilmeyenlere öğretiyorlar, bu öğreticilik belli bir süre sonra herkes bunu bilmeli egolarıyla şişip dünyayı sarıyor.

    Peki biz bu öğreticilikte hangi sıradayız ?

    Üreticiliği bile artık tüketiciliğe çevirecek şekilde tembelleşen insanlar çoğalmaya başlayarak, kendi fikrini bile kendinden saklayıp ; iletişimsizlik sorunu yaşayarak ve hep yapılmış ürünlerin üzerinden ismini, rengini değiştirerek bunu da biz yaptık diye insanlarımıza sunan bir anlayışla mı?… Öğreticilikten çok, ne kadar hazırcı konumunda olduğumuz belliyken mi(?!)..

    ***

    Şunu da belirtmek isterim ki “evet” yerine “ewıt” gibi kullanımlara karşı çıkarken aslında o kelimenin geçtiği yere göre yüzümüzde tebessüm belirdiğini de farkedenler olmuştur. Oradaki amaç(ların) yüz ifadesinin o duygu şekline girip sanal ortamda karşısındaki insana o duyguyu hissettirmesidir.. Burada altı çizilecek kısım bunu sürekli kullanıp sivilde de aynı şekilde espri mahiyetinde de olsa gerçek kalıba sokulmamasıdır!

    ***

    Ancak en can alıcısı da şu ki; zekasını kullanan insanlar zengin olup: “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” diye hayıflanıyoruz.
    Bunun için de ülkemiz bize sunulan hem eşsiz güzel bir nimet (ama aklımızı kullanırsak) hem de geriye sahip olamayacağımız bir hazinedir.

    Dışarıdaki adamlar işini biliyor diye onlara gözümüz kapalı kanarsak bir şekilde özvarlıklarımız yitip gider, şayet o marka takıntısı diye değişik adlar değişik tadlar vs.. Bunları ülkemizde görmekte bir bakıma dünyanın ülkemizde ayağımıza kadar gelmesi demek. Bunların belli bir sınırları kotaları olursa ve üreticilikte de biz ilerleyebilirsek çokta uzaklara gitmeye gerek kalmaz..

    ve;

    En temel konu üreticiliğimizi artırmaktan geçiyor. İlla yabancı markaların adı var demeyecek, kendi ürünlerimizi gönül rahatlığı ile dünyaya duyuracağımız zamanların sıkça görüleceği günleri umut ediyorum.

    Yorum yapan herkese ve Tunç abiye sevgilerimi gönderiyorum.

    Yorumumda kesin bozukluklar olmuştur çünkü siteyi incelemekten epey bir vakit geçirip en sonunda illa (marka takıntısına dönmüş gibi oldum ama) bir yorum yapayım diye uğraşırken düzensiz yazımdan dolayı özür dilerim :)

  5. Uğur Çelebi

    Çok güzel bir yazı olmuş. Elinize sağlık. Kendi mantığı içerisinde de oldukça tutarlı ve düzgün görünüyor. Biraz da içine milliyetçilik, halk, ulus gibi kavramlar karıştırıldığında da cazibesinden geçilmez bir kıvam alıyor.

    Ben de kendince Türçe’yi iyi kullananlardanımdır. Aynı zamanda reklamcıyımdır ve firmalara o yabancı isimleri uygun gören insanlar arasındayımdır.

    Gelişmemiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerin gerçeğidir bu durum. “Eskiye rağbet olsaydı” mantığı çerçevesindeki bir durumdur. Gelişmemişlik te bir süre sonra “eski” olacaktır bazı insanlık için.

    Herşey bir yere gidiyor gelişiyor ve genişliyor. Değişiyor… Bu gerçeğin karşısında ne kültürler dayanabilir, ne diller ne de başka herhangi birşey. Hatta ve hatta ulusal sınırlar dahi dayanamaz ve öyle de olacak. Bir nevi, uzaya ve dünyanın dönüşüne dur demek gibi bir durumdur bu kavramları sabitlemeye ve korumaya çalışmak.

    Belli bazı güruhlar çıkacak, yöreselleşmeyi ve lokalleşmeyi de savunacak her zaman. Her zaman olmuştur ve olacaktır bu sorgulamalar.

    Aslında pek zararı da yoktur endişenin ve emin olamamanın verdiği sorular ve süreçlerdir. Bizim gibi ülkelerde de tartışılmalıdır.

    Ben olayı bir kaç basamak daha yukarı taşımak istiyorum.

    Şu 2023 ü 5000 yapalım ne dersiniz ? ya da 100.000.
    Yapay zekalar, ışınlanmalar, telepatiler, belki de uzaylılar, uzay kolonileri, belki “internet” değil “spacenet”

    Nereyi ve neyi koruyacağız o zaman ?

    O zaman da gelişmişler ve gelişmemişler olacak…

    Şu anda Türkiye’yi ve Türkçe’yi savunanlar, belki o zamanlar Dünyayı ve İngilizce’yi; ve yine bazıları ise güneş sisteminde yaşamayı isteyecek… Şimdi kedi gibi yürüyen kızlar o zaman uzaylılar gibi uçmaya özenecek belki.

    Bu durum kültürel bi deformasyon değildir. Bu doğaya ve gelişime ayak uydurmaya çalışmaktır. Ayrıca saçları yeşil, burnunda halkaları olan, pantolonu kıçından aşağıya düşmüş, garip yürüyüşlü insanların da Öztürkçe konuşması ne kadar mantıklı ve sağlıklı olabilir bu da ayrı bir tartışma konusudur.

    Ama ortadaki ana başlık gelişim ve buna bağlı değişimdir. Yöntemleri üzerinde tartışmak bence daha mantıklı ve akılcıl olacaktır…

    Bu arada Atatürk, Konficyus, Göte, Freud, Aristo, Socrates, Plato v.b. kişiler, bildiğim kadarıyla tanrı değildir… Söyledikleri şeyler, bu gün ve yarınlar için geçerli olmayabilir. Bu da gayet normal bir durumdur. Yadırgamamak ve endişelenmemek laazımdır diye düşünüyorum.

    Saygılar…

  6. Emre Aydin

    Merhaba, yazıyı çok beğendim.

    Hiç unutmam liseye gidiyordum lise 2-3 zamanları işte bilirsiniz bir çok kişinin unutamadığı 4 arkadaştık. Öyle müthiş çalışkan, derslere giden insanlar değildik özellikle dilbilgisi derslerinde ki, hala tam olmadığımı söyleyebilirim.

    Bir gün arkadaşlarımdan biri Prof Oktay Sinanoğlu’nun kitabını önümüze koydu o gün anlamadığımız ve yapamadığımız dilin aslında önemini bilmiyor oluşumuzdan kaynaklanıyormuş. Hepimiz büyük bir heyecanla okumaya başladık tabi o zaman kadar da sürekli ingilizce romanlar okumaya çalışan hatta baya baya ilerletmiş olmamıza rağmen Türkçe dil yapısını bir türlü anlayamıyorduk. Meğer sorun bu dili hissetmeden bir şeyler öğrenmeye çalısıyormusuz. Oysa o kadar güzel bir dil ki bunun bir çoğunuz farkındadır.

    Hatırladığım kadarı ile size bir kesit yazacağım Sn. Oktay Sinanoğlunun kitabından.

    RAM bir bilgisayar terimi “random access memory” kelime türetme açısından kıt olan diller o şeyin baş harflerini alarak kısaltma yoluna giderlermiş ve asıl şaşırtıcı olan bunu anadili ingilizce olan bir yabancı köy insanına sorsanız bilmez durumdaymış.

    Şimdi soruyorum bilgisayarla hiç mi hiç alakası olmayan bir yaşlı bulsak desek ki dedem bu bellek yani bilgisayarın hafızası bizi anlamayacak mıdır? Ben denedim gerçekten anlıyorlar.

    Örneğin babama bilgisayar öğretiyorum ve ona ilk başta bizim farkında olmadan kullandığımız kelimelerle öğretmeye çalıştım nafile, bir akşam oturup olabildiğince Türkçe anlattım ve sonrasında dışarıda geçen şekliyle de öylece anlattım ve beni çok daha iyi anladığının farkına vardım.

    Aslında biz kendi sosyal ilişkilerimizi ve sosyal ilişkilerimiz içindeki samimiyeti yalınlıktan uzak herkeze göre değişiklik gösterebilecek dile sonradan dahil olmaya çalışan kelimelerle bitiyoruz.

    Oysaki bir kelimenin kullanım yerine göre anlamı birdir. Artık sözlüklerde bu ne demek ya bu herif bana ne dedi demek istemiyorum.

    Küçük bebeklere hadi amcaya baybay de demelerinden nefret ediyorum neden anlamıyorum anne ya da babaları ingiliz mi o yaştaki çoçuk baybay yerine hoşçakal veya güle güle dese daha şirin olmazmı.

    Ülkemi seviyorum, dilimi seviyorum ve biliyorum ki kültürüm de dilimle var olacak.

    Saygılarımla.

  7. Deniz Konuş

    Çok güzel bir konuya değinmişsiniz gerçekten.

    Medeniyetleştirme ve batılılaştırma adı altında kimliğimizi, benliğimizi, Türklüğümüzü yok ediyor. İstiklal Marşımızda Mehmet Akif ne güzel demiş; “Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar” diye. Bu zaten pek çok şeyi açıklıyor olsa sanırım.

  8. zengin gönül

    Bence Tunç bey çok doğru ve gerçekçi bir yorumda bulunmuş.

    Beni üzen bu durumun düzelmesi için, yani özbenliğimizi yitirmememiz için elimizden fazla bir şey gelmemesi… Çünkü bu olay kişisel bir çaba ile çözülmez, toplumsal bir çaba lazım bence. Biraz da çözüm üretmeye çalışırsak fena olmaz…

  9. 5im

    Çok beğendim. Elinize sağlık. Konu hakkında çok yazı okudum ama bu içlerinde en güzeli.

  10. aybendeğil

    Yazı güzel olmuş. Fakat bazı arkadaşlar çok umutsuz. O arkadaşlara diyorum hiç Türkçe Olimpiyatı diye bir şey duydunuz mu?

    Bu yıl 5.si gerçekleştiriliyor ve 102 ülkeden 550 öğrenci geldi bu yıl? Buradan buyrun: turkceolimpiyatlari.org

  11. mavi gece

    Bir gün elimizden Türkçe’mizi de alacaklar, zaten amaçları da yavaş yavaş kendi dillerine alıştırmak ve Türkçe’yi yok etmek. Bir gün gerçekten olacağına da inanıyorum yazık kimse bunun farkında değil. Tek amaçları bak ben de İngilizce v.s dil biliyorum demek :(

    Yazın harika olmuş inşallah milletimiz bir şeyler anlamıştır bu yazıdan, elinize sağlık çok güzel ifade etmişsiniz.

  12. aytek

    Şahane bir yazı olmuş, ben de sitemde buna benzer bir yazı yazmıştım, oradan bu yazınıza bağlantı vereyim de, beni takip edenler de bu güzel yazıdan istifade edebilsinler.

  13. Pingback: Sizce, 2023 yılına kadar dilimiz halâ konuşulacak mı?

  14. nebilim

    Televizyon kanalları, radyolar gazeteler bu konudaki hassasiyetlerini gözden geçirmeliler. Allah’tan, Anadolu bu tür özentilere kapılmıyor da en azından insanın içi ferahlıyor. Televizyonlarda “show”, “special weekends”, “trend”lerden falan geçilmiyor.

    Bir ara “diline sahip çık” diye bir kampanya vardı, sonu ne oldu bilmiyorum.

    İşin ilginç tarafı benzeri girişimlerde bulunanlar sosyal hayatlarında giriştikleri yaklaşımlardan oldukça uzaklar. Doğal süreç içerisinde dil karşılayamadığı bir çok nesneyi, eylemi yabancı dillerden ithal etmek zorunda kalıyor ama çoğunluğu, Osmanlıca temelinde yer almasına rağmen günümüzde pek şık durmadığı düşünüldüğünden doğrudan ithal yoluna gidiliyor.

    Toplumu değiştirmek isteyenler, değişime kendilerinden başlamalılar fikrine köküne kadar inanıyorum.

    Hassasiyet için teşekkür.

  15. Ayfer

    Bu Türk milleti neden hep yabancılara özeniyor, herkes bizim dilimize özenirken onlar yabancılara özeniyorlar. Halkımıza yazık günah… Her zaman bir yere gittiğimde “bye bye” kelimesi herkesin ağzında. Türk geleceği işte böylelerine emanet ne yazık ki…

  16. iso

    Merak ediyorum insanlar çocuklarına ne zaman yabancı isim koyacak, mesela eto, ronaldinho ,ronaldo, lampard gibi.. Çok yazık…

  17. Hakan

    Ne yalan söyleyeyim, bu konu hakkında ben de bir yazı hazırlamak üzereydim ki siz, benden daha çabuk davrandınız. Bu konuda düşüncenize sonuna kadar katılıyorum.

    Eğer ben caddenin adı “İstiklâl” olan bir ülkede bağımsız şekilde yürüyemeyeceksem, adının ne önemi var değil mi?

    Teşekkürler Tunç Kılınç.

  18. evrena

    Büyük köyün ve internetin geliştirdiği durumlardan birisi de dillerin ortaklaşması sanırım.

  19. Sevinç Tartıcı

    Doğum gününüz kutlu olsun Tunç..

    Doğum gününüz için özel bir şey yapmak, yaşamı kutsamaktır.. Bir şeyler yapın..

  20. Sevinç Tartıcı

    “Bir de bu menu olayinin bu kadar rahatsiz etmesi iyice tuhaf geldi. Bati’da bir ulkede bir Italyan, Japon, Fransiz restroran’ina gittinizde Italyanca, Fransizca, Japonca yazmiyor mu? Amerika’da cafe’de denmiyor mu? Bu kelimeler kullaniliyor diye Ingilizce bozuluyor mu? Butun bu kahvelere kendimizin bir isim mi bulmasi gerekiyor?”

    Tuhaf olan ne biliyor musunuz:

    Birinin italyan, fransız ya da japon lokantasına gidip, menüyü eline alıp, “aman Taaanrım burada bütün yemek adları italyanca (fransızca, japonca), Türkçe elden gidiyor” dediğini sanmak.

    Siz nerede yaşıyorsunuz kuzum?

  21. Zeynep Kılınç

    Tunç,

    İYİ Kİ DOĞDUN… İYİ Kİ VARSIN…
    Doğum günün kutlu olsun! “Happy Birthday to you” da denebilir :)

    Hayatımda olduğun için de çok teşekkürler…

  22. kerem

    Berkay’in yazisi ve Dilek’in konu ile ilgili serzenisini okuduktan sonra ben de konu ile ilgili birseyler karalamak istedim. Sevgili Dilek; sikinti duydugumuz konu bu ise; biraz etrafa bakmakta fayda var ki ben senin icin bunu Amerika’dan bir parca dilim elverdigince gerceklestirmeye calisayim.

    Bugun Amerikan Ingilizcesi bile Ingilizlerin konustugu dilden cok buyuk farkliliklar gosteriyor. Yayginlik ve ekonomik etkileri ise daha buyuk. Yaklasik 650.000 kelimeden olusuyor. Iceriginde Fransizcadan; Vikinglerin 11. yuzyilda tanistirttiklari flemenkceye kadar farkli 11 dil var. Ortalama 30-75.000 kelime ile gundelik hayatta donmeye calisiyorlar. Bu rakama slang dedikleri (sokak agizi) dil ve ebonic (Afro-Amerikalilarin konustugu) dil gurubuna ait kelimeler dahil degil.

    Her gecen gun kelime de uretmiyorlar; sadece popularite dedigimiz hayat standartini dinamik tutmak icin yeniliklere aciklar. Bu da dolayisi ile ekonomik gelisme ve kalkinma ile ilgili. Burada, bizden de konusma diline girmis bir kac kelime var; cacik ve lahmacun bunlardan iki tanesi. Doneri ve iskender kebabimizi Tunuslular ve Misirlilar sahiplenmis, ismine de grek veya gyro diyorlar.

    Buna uzulmek mi gerekiyor yoksa serzeniste mi bulunmak inan bilmiyorum ama Berkay’in dedigine bir noktada katilmamak elde degil. Dil dinamik bir surecte gelisiyor ve bu sureci belirleyen EKONOMIK KALKINMA ve ILETISIM. Ulkemizin dunyanin en guzel beldelerinden biri oldugunu hepimiz biliyoruz; cogumuza gore en guzeli, peki bu guzelligin bekciligini yapan biz vatandaslari; nasil bir yol izliyoruz ve sadece dilimiz degil; kulturumuz, tarihimiz, uygarligimiz, inanclarimiz, adetlerimiz ve goreneklerimizi korumak icin neler yapiyoruz.

    Birbirimize fikirlerimizi iletirken iletisimin en onemli iletkeni olan; kendimizi digerinin yerine koyarak yaklasmayi deniyor muyuz? Belki baskalari bunu yapmiyor ama kendimizden basliyarak bu konuda ne gibi bireysel cabalar gosteriyoruz? Yasalar ile desteklenecek; sikinti duydugumuz konularla ilgili toplumsal bir birliktelik olusturup onerilerimizi uygun bir dille, gerekli mecralara iletebiliyor muyuz (Turk Dil Kurumu ve Dilin Korunmasi ile ilgili onergeler)? Cevaplarin tarafimizca doldurulacagi; oy cogunlugunun en azindan %80 (pareto kurali) rakamini buldugu konularda fikirlerimizi gelistirip yayginlasmasini saglayabilirsek ustumuze duseni yapmis olacagiz.

    Bugun Arapcayi dunyada 21 farkli ulke konusuyor. Turkceyi ise sadece 2 (Kibris ve biz), Turki Cumhuriyetler ise resmi dili Rusca olarak herhalde birkac seneye kadar revize ederler. En son is ziyareti icin gittigim Azerbeycan’da bile herkes Rusca biliyor fakat Turkce konusamiyordu.

    Her sey donup dolasip aramizdaki iletisim tekniklerini gelistirip, bunun sayesinde ekonomik kalkinmamiza hiz kazandirip, bu gurur verici birlikteligi baska ulkelerin sapka cikarmalarina seyirci kalmamizda yatiyor.

  23. dilek

    Hemen üstümde yazı yazan arkadaşa sevmediğim bir sözü söylemek istiyorum; parmağın gösterdiği aya değil de, parmağa bakıyorsunuz sanki.

    Konu kendimize bile yabancı oluşumuz.

    Sizi ancak batı sosyetesine özenip bilerek değil de, taklit ederek yaşayan ve kendine elit diyen kesim anlayabilir. Şahsen ben katılmıyorum düşüncelerinize. Sizin kahveniz nasıl olsun; şönizli mi, rödizli mi?

  24. Berkay

    Ben mi yanlis anliyorum, yoksa herkes (yazar ve yorumcular) dilimize yabanci kelimelerin isgalinden mi sikayet ediyor?

    Bir kere bu yeni bir olay degil yuzyillardir olan bir sey, sadece bizim dilimizde degil tum dillerde. Turkce, Osmanli zamaninda Arapca ve Farsca, cumhuriyetin ilk yillarinda Fransizca’dan cok kelime almis, simdilerde ise Ingilizce’den bircok kelime geliyor. “Dil” statik degil, dinamik bir olay, surekli degismesi, toplumun etkilesimde bulundugu kulturlerden dogal olarak etkilenmesi normal degil mi?

    Sadece yeni yabanci kelimelere karsi mi alerjimiz var? Bu sitenin isminden baslayalim “Fikir Atolyesi” Turkce mi? “Dusunce Isyeri” falan mi dememiz gerekiyor? Tunc’un kendi yazisindan alinti yaparsak: marka, restoran, radyo, enstitu, karate, garson, siparis, cafe, magaza, fabrika Turkce kelimeler mi? Bu kelimeler Turkce’ye girdiler diye dilimiz bozuldu mu? Bunlari cikarsak daha zengin bir dilimiz mi olur?

    Direk Turkce karsiligi olan bazi kelimelerin Ingilizcesinin kullanilmasi tuhaf tabi, ama bu tur kullanim genel olarak istisnalar. Cogunlukla yabanci kelimeler yeni kavramlar, yeni yasam tarziyla degisen kulturu yansitmak icin kullaniliyor. Hosumuza gitmiyor mu? Ne yapmak lazim? Cozum uretmek.

    Kultur uretimimiz daha etkin olan “bati” kulturlerden daha az. Daha az kitap yaziyoruz, daha az okuyoruz. Hadi kitaplari biraz, daha az blog yaziyoruz. Bir anlamda dil de fizik kurallarini takip ediyor, yogun uretim olan kulturlerden digerlerine karsi dogal bir akis var. Yani yabanci dillerden kelime kullanimi sebep degil sonuc.

    Yabanci kelimeler kullaniliyor diye bati medeniyetleri seviyesine (pardon uygarliklari duzeyine) gelemiyor degiliz, kultur uretimi olarak bu duzeyde uretimimiz olmadigi icin bize onlardan daha cok kelime geliyor.

    Bir de bu menu olayinin bu kadar rahatsiz etmesi iyice tuhaf geldi. Bati’da bir ulkede bir Italyan, Japon, Fransiz restroran’ina gittinizde Italyanca, Fransizca, Japonca yazmiyor mu? Amerika’da cafe’de Latte, Espresso, cappuccino denmiyor mu? Bu kelimeler kullaniliyor diye Ingilizce bozuluyor mu? Butun bu kahvelere kendimizin bir isim mi bulmasi gerekiyor?

  25. M. Zafer Şevik

    Dilimizdeki yabancılaşma, kendi değerlerimize ve özünde kendimize ne kadar yabancılaştığımızın en göze batan (veya batması gereken) belirtisi sanırım.

    Gerçekten çok güzel bir yazı olmuş, dilinize sağlık.

  26. Pingback: Murat Buyurgan

  27. Koray

    Bu marka adları konusunda ben de bir şey yazmak istedim.

    Özellikle tekstilde dünya deviyiz diyoruz. Çok büyük firmalarımız var. Hele hele Türkçede “kot” olarak kullanılan fakat herkesin “jean” dediği tekstil türünde. Bütün büyük dünya firmaları Türkiye’den alıyor bu kumaşı. Türk şirketlerin büyük ihracat yapıyor. Peki isimleri?

    Kot sektöründe sadece bir tane Türkçe isme sahip firma var: MAVİ. Diğerlerinin hepsi İngilizce veya İtalyanca.

  28. Ali ERDOĞAN

    Selamlar,

    Öncelikle Doğu – Batı sentezinin ve bakış açılarını anlamak adına Edward Said’in “Şarkiyatçılık” ya da “Oryantalizm” adlı klasikleşmiş kitabını herkese tavsiye ederim.

    Mansur Forutan geçen hafta yazısında bu konuya biraz farklı açıdan esprili bir dille yaklaşmış ve kaleme almıştı.
    “Sermayesi gelince bayram edeceksin ama kültürü beni bozuyor diye sızlanacaksın.” diyen Forutan’ın yazısını bu linkten okuyabilirsiniz.

    İlgilenenler için Şarkiyatçılık kitabından kısa bir alıntıyı paylaşıyorum. Yirminci yüzyılın en sarsıcı, en etkili kitaplarından biri olan Şarkiyatçılık’ta, “Batı”nın “Doğu”ya bakış tarzını büyük bir zihinsel güçle sorgulamaktadır Edward Said:

    “Şark’ın kurulmuş bir şey olduğunu ileri sürüyorum kitabımda; coğrafi uzamların, bu uzamlara özgü din, kültür ya da ırksal özlere dayanılarak tanımlanabilecek yerli ve kökten ‘farklı’ sakinleri olduğu düşüncesinin tartışma götürür bir düşünce olduğunu iddia ediyorum. Ama kuşkusuz, ‘bizi en iyi biz biliriz’ şeklindeki sınırlayıcı düşünceye katılmam da mümkün değil.

    Şarkiyatçılığın kusurunun, hem düşünsel hem de insani bir kusur olduğu kanısındayım; çünkü Şarkiyatçılık, önce dünyanın bir bölgesini kendine yabancı saymış, sonra ona dair değişmez bir yargı kurmuş, böylece insan deneyimiyle özdeşleşememe, dahası bunun insan deneyimi olduğunu görememe kusurunu işlemiştir. Eğer yirminci yüzyılda yeryüzündeki halkların pek çoğunun yaşadığı genel siyasi ve tarihi bilinç yükselişinden gereğince yararlanabilirsek, Şarkiyatçılığın dünya çapındaki hakimiyeti ve temsil ettiği her şey karşı çıkılabilir hale gelecektir… ‘Şark’ bir yana bırakılmalıdır, Şarkiyatçılığın bize sunduğu bütün o ırksal, ideolojik, emperyalist klişelerle birlikte. Böylece insan topluluğunu ilerletmeye yönelik genel girişimi, ırksal, etnik ya da ulusal farklılaşmalardan daha önemli sayan araştırmacılar, eleştirmenler, aydınlar ve insanlar çıkacaktır ortaya.

    Şarkiyat bilgisinin bugün bir anlamı varsa eğer, o da Şarkiyatçılığın, herhangi bir bilgide, herhangi bir yerde, her an ortaya çıkması mümkün bir zaaf konusunda uyarıcı bir örnek oluşturmasıdır. Okuruma Şarkiyatçılığa verilecek yanıtın Garbiyatçılık olmadığını göstermiş olduğumu umuyorum.”

  29. Sabri YILMAZ

    Tunç bey; öncelikle buna değinmeniz gerçekten çok güzel… Maalesef ki kullandığımız nick (nick kelimesi de yabancı bir kelime ya) takma ad diyelim, ingilizce olmakla başladı. Sonra msn ağzı diye bir şey icat ettik, maalesef kendimiz geldik bu aşamaya…

    Halimize ağlayalım mı, gülelim mi şaşırdık…

  30. Vasati

    Tunç Bey gerçekten akıcı, dolu dolu bir yazı olmuş. Ben de bu durumdan şikayetimi anlatmaya çalıştım ama sizinkini okuduktan sonra yüzeysel kaldığını gördüm.

    Bu önemli konuya böylesine şık bir yazıyla değindiğiniz için teşekkürler.

  31. Ahmet A.

    Fikir Atölyesi gibi bir sitede bu konunun irdelenmiş olması çok önemli, çok güzel. Yorumları okurken bir noktada müdahil olma zorunluluğu hissettim, müsaadenizle.

    Songül iki husustan yakınmış. İlk olarak, yazı kodlamasını her posta sitesinde uygun koda dönüştürebilirsiniz. Bahsedilen problem evrensel standartların bulunmamasının neticesi, ama UTF-8 bunun önüne geçmeyi amaçlıyor, onu kullanınız.

    İkinci husus ise, bir yanlış anlaşılma olmaması bakımından, Atatürk’ün “muasır medeniyet” ifadesi hakkında: muasır, “o asra ait olan” demektir. Muasır medeniyet, çağdaş uygarlıkları ifade eder ki Atatürk’ün bunu ifade ettiği dönem de dahil olmak üzere, muasır medeniyet sosyal ve fenni bilimlerin sözcülüğünü üstlenen batı dünyasıdır. Atatürk’ün “Batı” ifadesini kullanmaktan kaçınması ise, bahsedildiği gibi, dikkate değerdir.

    Böylesi biçimlenmedeki sitelerin böylesi konular ile ilgilenmesi çok önemli, çok değerli. Kendi adıma teşekkürü bir borç biliyorum Tunç Bey.

  32. iskender

    Tunç eline sağlık. Kelimelerle tam olarak ifade etmekte zorlandığım bu duruma ilaç gibi geldi yazın. Ayrıca Zihni arkadaşımızın saptamaları çok dikkat çekici.

  33. Murat

    Bunu en çok yapanlar da o çağdaş uygarlık seviyesini geçme hedefini her gün ant içen vb şeyler yapan gençler. Ama dünya umurlarında değil ve en kötüsü artık kendi ana dillerinde düşüncelerini anlatmaktan bile acizler.

  34. Hulisi PEKSÖZ

    İnsanlar kelimelerle düşünürler. Biz başkalarının kelimeleriyle cümleler kurmaya çalışıyoruz dolayısıyla düşünemiyoruz ve kocaman bir hiçlik oluşturuyoruz. Sonra da olaylar arasında sebep-sonuç ilgisi kuramayan yani üretemeyen bir kuru kalabalığa dönüşüyoruz.

    Böyle zülf-iyare dokunan bir meseleye işaret ettiğin için sonsuz teşekkürler Tunç. Ben bunun bizim en öncelikli problemimiz olduğunu düşünüyorum.

    Teşekkürler.

  35. songul

    Yazıyı içten ve samimi buldum ancak ekleyeceklerim de var.

    Tüm bunların akabinde ve sonucunda artık ben dahil cümlelerimizi de Türkçe karaktersiz yazmağa başladık (ben dahil özellikle maillerimde neredeyse hiç Türkçe karakter kullanmıyorum) çünkü siber ortamda dahi kendi kodlarını kullanmaya mecbur bırakmışlar, kendi dilimizde yazarsak anlamsız semboller çıkıyor ve okunmaz bir yazı çıkıyor.

    Diğer yandan çok araştırdım Atatürk sözünde “muassır medeniyetler” diye geçiyor asla hiçbir söyleminde batı ve medeniyeti geçmemiştir! Muassır medeniyet; gelişmiş ülke demektir. Atatürk asla batıyı işaret etmemiştir; gelişmiş ülke diye bir örnek göstermemiş, bunu bir hedef olarak göstermiştir.

    Yazı için ellerine sağlık, eklemeden edemedim.

  36. Hüseyin

    Aslında çok temiz bir Türkçeyle konuştuğumu iddia edemem ama ben de birkaç örnek vereyim:

    İlki üç yaşındaki kuzenimle ilgili, amcamlar kuzenime “puzzle” almış. Bunu görünce “Ooo Eren yapboz mu aldılar sana abim?” dedim. Tabi nereden bileyim bu üç yaşındaki dimağın pazıl kelimesini öprenip “ben pazıl yapacağım” diye cevap vereceğini!!

    Diğeri de başta dediğim gibi çok temiz bir Türkçe ile konuşmasam da biraz da takıntı şeklinde sigara alırken “kutu winston” istemem ve bunu söylediğim büfecilerin bir çoğunun “soft mu, baks mı abi” demeleri…

    Bilemedim gülmeli mi ağlamalı mı. Herkes ağlamalı tabii ki diyor ama bu herkesin büyük bir kısmı da hovarda bir şekilde yaşadıklarını anlatırken “eksajare etmeden” duramıyorlar…

  37. Beynimdeki Fırtına

    Ne zamandır yazmayı düşündüğüm bir konu bu. Eline, kalemine sağlık, çok güzel anlatmışsın aklımdakileri. Ben yurt dışında yaşayan birisi olarak her Türkiye’ye gelişimde değişimi daha net görebildiğime inanıyorum. Bir ülkenin başbakanının sürekli marketing demesi, televizyon dizilerinde ardı arkası kesilmez İngilizce özentisi ve basının bunu çok güzel desteklemesi, derken güzel dilimiz kaybolup gidiyor.

    Bir de ülkemizin bir bakanı çıkıp alfabemize 3 harf daha ekleyelim diyor, bana bunların hepsi çok bilinçli yapılan işler gibi geliyor.

    Size geçen yıl mayıs ayında Türkiye’ye ziyarete geldiğimde Akmerkez alışveriş merkezinde başımdan geçen ufak bir olayı anlatacağım:

    Yemek bölümünde sipariş verirken, lütfen bir hamburger ve bir de patates kızartması dedim, ve aldığım cevap: ‘FRENCH FRIES MI?’ oldu. Ben de hayır patates kızartması dedim, ve karşımdaki tezgahtar afalladı ve bir trene bakar edası ile bana baktı.

    Daha ne söylenebilir bunun üstüne?

  38. Hülya

    Farkındalıkla hazırlanmış bu yazı için çok teşekkürler… Şükrü Haluk Akalın olarak dosyalarıma kaydettiğim bir yazı vardı, ben de bunu sizinle paylaşmak isterim…

    “Atatürk, Güneş-Dil Teorisi ile Dil Devrimi’nde yeni bir aşamayı başlatmıştır. Güneş-Dil Teorisi’ni çok dikkatle incelediğinizde şu düşünceyi görürsünüz:

    “Dünyadaki bütün dillere Türkçe kaynaklık etmiştir, bütün diller Türkçeden doğmuştur?”

    İnsanlığın atalarının güneşi büyük bir güç ve hayat kaynağı olarak görmesi karşısında çıkardığı hayret ünlemi ag ile güneş ifade edilmiştir. Türkçe kökenli olduğu düşünülen bu sesin çeşitli değişim ve dönüşümlerle doğadaki diğer varlık ve kavramları karşılayan sözlerin türemesine kaynaklık ettiği düşünülmüştür. Türkçe kökenli olduğuna inanılan bu sözden kaynaklanan ana kökler ve yardımcı kökler, dillerdeki sözlerde aranmış ve bu köklerin izleri bulunmaya çalışılmıştır. Böylece, yeryüzündeki dillerin Türkçeden çıktığı yolundaki görüşe dayalı olarak Güneş-Dil Teorisi üzerine pek çok çalışma yapılmıştır.

    Atatürk’ün 1935 yılının yaz aylarında Yalova’da geliştirdiği bu düşünce o yılın sonlarında ve 1936 yılı içerinde pek çok kişi tarafından işlenmiştir. 1936 yılında yapılan Üçüncü Türk Dil Kurultayı’nın da ana konusu Güneş-Dil Teorisi’dir. Özellikle Türkçede kullanılan yabancı kökenli sözlerin Türkçe köklere bağlanması dikkat çekicidir.

    Bu çabada şu düşünceyi görüyoruz: “Mademki yeryüzündeki bütün dillerin kaynağı Türkçedir, o hâlde dilimizde bu dillerden alınmış sözler de köken itibarıyla sonuçta Türkçeye dayanmaktadır. O hâlde bu kelimeleri dilden çıkarmaya gerek yoktur.”

    Bunun üzerine, yabancı kökenli sözlerin, hatta özel adların hangi Türkçe köklerden çıktığı ve nasıl gelişme kaydettiği Güneş-Dil Teorisi’nin ana kuralına göre incelenir. Yusuf Ziya Bey’in, İbrahim Necmi Dilmen’in, Besim Atalay’ın, Abdülkadir İnan’ın ve İsmail Hami Danişmend gibi pek çok kişinin bu konuda çalışmalar yaptığını görüyoruz.

    Güneş-Dil Teorisi kapsamında Amerika Kıtası’ndaki yerlilerin dilinin de incelendiğini, Atatürk’ün bu amaçla Meksika Büyükelçiliğine Tahsin Mayatepek’i gönderdiğini, ve Tahsin Mayatepek’in o bölgedeki Mayaların, İnkaların dili, daha sonra da kayıp kıt’a Mu üzerine araştırmalar yaptığını, bunların raporlarını gönderdiğini biliyoruz.

    Güneş-Dil Teorisi’nin amacı: Türk toplumunda o güne kadar dile getirilen Türkçenin bir gelişmiş dil olmadığı, “avam dili” olduğu, “kara budun” dili olduğu, Türklerin yüksek bir uygarlık meydana getiremediği, Türkçenin köksüz olduğu düşünceleri karşısında Türkçenin tarihin derinliklerine inen köklü bir dil olduğu düşüncesini topluma vermektir.”

    Atamız neler düşünmüş ve neler yapmış… Geçmişi ve şimdiyi görmek ve üzerine düşünmek gerekiyor : )

  39. Hatice

    Klasik bir düğün davetiyesinde dipnot olarak yer alan LCV harflerini bile el-si-vi diye okuyoruz. Oysa açılımı: Lütfen Cevap Veriniz..

    Serzenişte haklı olabiliriz. Fakat içi boşaltılan bir dili kullanmak zorunda kalan insanlardan başka ne bekleyebiliriz ki?.. “Gugıl Bize Logo Yapsana” gibi bir kampanya başlatılabilir belki..

  40. Pingback: ibrahim öztelli

  41. zihni

    Kültür kaymasının, tembelliğin ve sorumsuzluğun doğal bir sonucu olduğunu görmek gerek her şeyden önce. Bir problemdeki eşitliğin sağındaki sonuç rakamını değiştirmekle kendimizi kandırmış olmaz mıyız? Oysa, sonuca götüren verileri değiştirdiğimizde, bu günkü tablo sonucunun otomatik olarak değiştiğini (sadece) görebiliriz.

    Bizi “boşboğaz” bir toplum olmaya iten nedenler, alt yapıdan kaynaklanır demek istiyorum özetle. Alt yapı ise, üniversite eğitim oranımız bu günkü özendiğimiz toplumların 1/6’sı olunca, doğal olarak, yeteneksizler, yeteneklileri taklit etmek zorunda kalıyorlar. Bu makaledeki ana konunun vurguladığı gibi, yanlış uçtan taklit ettiğimizin de bilincine varamıyoruz. Çünkü, taklit edebilmek için bu ucu daha kolay geliyor da ondan…

    Uygarlık yarışında bazı taklitler vardır ki, kısa zamanda normalinden daha fazla yol kat etmemizi sağlayabilir. Teknolojik sır kapma bunlardan biridir. Bunun için öncelikle, teknoloji alanında da rekabet edebileceğimiz (?) vizyona sahip olmak gerekir.

    Doğan Cüceloğlu’nun yazdığı gibi, modernliği, ..MIŞ GİBİ YAŞAYARAK kazandığımızı sanıyoruz. Karl Marks’ın dediği gibi, “alyapı üst yapıyı belirler” ilkesini kabul edersek, ekonomik bağımsızlığımızı kazandığımızda, dil kayması safsatalığına kimse tenezzül etmeyecektir. Ama daha önce, üniversiteleşme (tekkeleşme değil) oranının yükselmesi gerekiyor.

    Burayı sevdim, sık uğramaya çalışacağım. Linki sayfama ekledim.

    Hoşçakalın.

  42. Sevinç Tartıcı

    Bütün bunların tamamen farkındaydım. Oluşum süreci dokundura dokundura gerçekleşti. Ama gene de yüzeysel geliyordu bana.. Sonra birden fark ettim ki özellikle yeni tanıştığım insanlarla daha önce gitmediğim mekanlara gitmek konusunda bir kere daha düşünmeliyim..

    Çünkü hayatımda hiç duymadığım yemek adları ve kahve çeşitleri sergileniyor.. Al başına belayı. Bu yaptıkları çok uygun olmayan insanları uyaramıyor olmak çok ilginç! “Yahu inşallah bildiğim bir şeyler vardır menüde karizmayı çizdirmeyiz gene” diye düşünmek zorunda kalmak çok ilginç.. Kendini kendi memleketinde kiracı gibi hissetmek çoook ilginç..

    Karşınızdakinin anlattıklarının bir kısmını anlamamak, onun bunu bir marifet sizin ise eziklik olarak yaşamanız çok ilginç.. Bunları bilmemenin izolasyon nedeni olması çok ilginç..

    Bu hafta hiç de sevmediğim program: “Biri bana anlatsın”da Sevgili hocamız Talat Halman’ın “Türkçede sorun yok, gayet iyi gidiyor. Geçmişten bugüne gençler hep dili bozmakla suçlanmıştır. Ama bence sorun yok.” demesiyle kanalı değiştirmek zorunda kalmam çok ilginç.. Gerçekten hayali yeldeğirmenlerine savaş açmış Don Kişotlar mıyız? Bunu söyleyen de Türkçesi gerçekten kötü olan biri üstelik :( Acaba Talat Bey sonradan neler dedi?

    Yazınızı çok sevdim Tunç. Sizler yurtdışında eğitim almış insanlarsınız ya.. Siz bile böyle dediğinizde rahatlıyorum. Elinize sağlık..

  43. lodoscu

    Ekonomik bağımsızlığımızın ardından kültürel kimliğimiz de yok oluyor. Küreselleşmenin temeli bunu gerektiriyor çünkü…

    Evet bize gösterilen hedefi yanlış anladığımız açıktır. Atatürk böyle bir ‘uygarlığı’ hedeflememişti.

  44. Arzu

    Bizim yanlış anladığımız tek şey bu mu acaba? Güzel bir yazı olmuş. Hem uyarı hem serzeniş. Ellerine sağlık.

  45. H.Yavaş

    Merak ediyorum insanlar çocuklarına ne zaman yabancı isim koyacaklar. Yoksa Ömerler Omar mı olacak? Trend adı altında dil mi yoksa doğu insanının kendine özgü çağdaşlaşma anayışı mı yozlaştırılıyor?

Düşünceni Paylaş!

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir