Rakı balık sofrasında tanışıp, sabahlara kadar sohbetlemek istediğim ne kadar çok insan var… Prof. Dr. Ahmet İnam da eklendi şimdi o listeye!
“Ben hep celep olmak istedim, ancak felsefe profesörü oldum. Şimdi bunu herkes yalan sanacak. Ama ben çok ciddiyim… Koyun çobanlığıyla başlayıp oradan da celep olmaktı hayalim” diyen Ahmet hocamıza, peki siz kimsiniz dendiğinde verdiği cevapsa şu: “Hıyarım. Türk?üm. Çaresizim.”
Ahmet İnam ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı, Türkiye Felsefe Kurumu üyesi ve Türk Felsefe Derneği Başkan Yardımcısı. Fakat kendine filozof denmesini sevmiyor: “Filozof olduğumu düşünmüyorum. Ben ancak bu toprakların geçmişiyle bütünleşmiş, bilgelik yolunda yürüyen bir bilge çırağı olabilirim.”
Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdürüyor. Çağımız insanını bilim, sanat, din ve kültür etkinlikleri içinde kavramaya çalışan bir felsefeci, bir eğitmen, bir yazar… Ancak belki de en çok o bir ‘gönül felsefecisi.’
Ahmet İnam 1947 Sandıklı doğumlu. Ve Sandıklılı olmaktan gurur duyuyor:
“Bize yerelliği ıskalayan bir evrensellik öğretilmeye çalışıldı. Yerel olmak, doğduğun bölgenin diliyle şivesiyle konuşmak, onun adetlerini taşıyor olmak uygar olamamanın, yeterince gelişememenin, aydın olamamanın bir sonucu gibi algılandı. Oysa insan kendi topraklarından gelen güçle insan olabiliyor. İnsan eğer bir dünya vatandaşı olacaksa, önce doğduğu yerin insanı olmalı… Ben Sandıklılıyım ve benim eğer bir farklılığım varsa, bu topraklarda doğmuş olmamdan gelen farklılığımdır.”
Okudukça sevdiğim, sevdikçe daha çok okumak istediğim bir adam oldu Ahmet İnan… Ve size okuduklarımdan derlediğim üç bölümlük bir yazı dizisi hazırladım. İşte bu ilki…
Yazmasam çıldırabilirim.
Çok yazıyorum. Çok yazdığım için çok fire verdiğim söylenebilir ama korkmuyorum. Yazmasam çıldırabilirdim ve çıldırabilirim de… Her zaman çıldırmakla normal insan olmak arasındaki çizgide olduğumu düşünüyorum. Şimdiye dek çıldırmamışsam bunun bir şans olduğunu sanıyorum; yani bu benim büyük bir başarım değil. Nedense işler rast gitti.
Bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt!
Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana?yı Farsça?sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.
Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır, hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan hayatın içindedir. Leman?ı, Penguen?i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.
Bizde bilge; ‘yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri’ olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur. Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.
Akademisyenlik kötü bir iş… Bilgeliğe aykırı. Otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün! Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.
Felsefenin gücü insan aklının gücüdür.
Felsefenin gücü insanın hayat karşısındaki problemlerini anlama ve çözme gücüdür. Elbette insan aklı sınırlıdır. İnsanın felsefeyle uğraşması insanın Tanrı olmaya soyunması anlamında -haşa- değildir. Çünkü felsefe haddini bilmekle başlar.
Sokrates, Atina meydanında, agorasında dolaşıyor ve hiçbir şey bilmediğini söylüyordu. Çünkü bildiği konusunda hep kuşkuları vardı. Ve bildiğini söyleyenleri hep eleştiriyordu. Demek ki felsefe haddini bilme ile yapılabilecek, sınırlarını bilme, çaresizliğini bilme ile yapılabilecek bir etkinlik…
Ama bunun yanında kendine güvenle, korkusuzlukla, cesaretle yapılabilecek bir etkinliktir. Çünkü felsefi serüvenin bir güvencesi yok. Hayatın anlamı konusunda düşünür, araştırır, bir şeyler söyleyebilirsiniz. Ama söyledikleriniz saçma sapan, anlamsız şeyler de olabilir. Belki daha hazini, daha önceden söylenmiş bir şey olabilir. Siz onu ‘yeni bir şey söylüyorum’ diye söyleyebilirsiniz. Felsefeyle girişilen ilişki, dolu ve zor bir yaşamdır.
Asfaltta sizden önce nicelerinin yürüdüğü yollarda yürümek kolaydır.
Sağlıklı kuşkuculuk, yeni olana, farklı olana açıklığı sağlayabilir. Ama ölçüyü kaçırdınız mı mızmız, korkak ve silik olursunuz. Kendinize olan güven, savunduğunuz düşüncelerin sorumluluğunu taşıma, bağlanma cesaretiniz sizi ‘yiğit’ bir düşünür kılar. Yanılabilirsiniz ama yiğitçe.
Düşünmek ve yaratmak cesaret ister. Yiğitlik yobazlık değildir. Çoğunuza eskimiş değerlerden devşirilen bir kavram gibi görünebilir. Unutmayalım, büyük bilimciler yiğit insanlardı. Olgulara karşı açıktılar. Denenmemiş yollarda her türlü tehlikeyi, ‘kepaze olma’ riskini göğüsleyerek yürüdüler.
Yalnızım ama kimsesiz değilim.
Elbette ki yalnızım. Etrafımda insanlar varken yalnızım… Çünkü bu yolculuk yalnızlıktır. Eğer yalnız değilsiniz bilge çırağı da olamazsınız, hele hele filozof hiç olamazsınız. Bir başına insan olduğumu düşünebilirim ancak kimsesiz değilim.
Acıların çocuğu!
İki yalnızdık babamla… Birbirimizle iç dünyalarımız hakkında hiç konuşmadık. Yalnızlıklarımız arasında gizli bir iletişim olduğunu sezerdim. Bu sezgi yalnızlığımı daha da yoğunlaştırırdı.
Ağlar mıydı? Anımsamıyorum. İçerdi ama içkinin onu içmesine izin vermezdi. Acısını gürültü çıkararak yaşamadı hiç. Kendisiyle paylaştı. Acısıyla derinleşti. Güzelleşti. Acılarla yıkanıyordu babamın ruhu.
Acı çekmeyi, acıları karşılamayı bilmek elbette bir yaşama ustalığı ister. Bizim ıstırap kültürümüz, mazoşizme, arabeske çok kolay kaydırabilir insanı. Örneğin kendinizi kolayca ‘acıların çocuğu’ olarak görebilir, acılarınızdan zevk almaya başlayabilirsiniz. Babam bunu yapmadı. Abartmadı. Kaçmadı. Sonuna kadar yaşadı acılarını ve onları zaman içinde tüketti.
Bence yiğitçe bir tavırdı bu. Acılarla karşılaşabilmek cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sağlayabilir. Acı çekmenin bir estetiği, bir etiği olduğunu onda gördüm. ‘İçlenmek’ bir sanattır, şairin dediği gibi. Acı çekmek de sanattır. İnsan olma sanatının yollarından biridir. Babam ki, ustaydı bu sanatta.
Bak nasıl da yapıştırdım lafı adama!
‘Hüzün’, ne hesap kitaba dayalı bir pişmanlık, ne de yaşanmış olanlar üzerinde geleceğe yönelik bir yaşama planının yarattığı duygu. Hüzün; yaşıyor olmanın, var olmanın ince bir sızısı. Sevinçle acının bir harmanı. İçinde sonsuzluğu duyan bitimli insanın garipliğini hissedivermesi. Sürekli olarak kendini güçlü göstermenin gülünçlüğünü, ikiyüzlülüğünü içinde yumuşak, dingin bir ruhsal ağrı olarak duymanın adı, hüzün.
Siyasette yok. Yöneticilerimizin çoğunda yok… Hüznün terk ettiği dünya, sığlığın ve kabalığın egemen olduğu bir dünyaya dönüşüyor. Hüznü duyabilen insan, yaşadıklarını, yaşamış olduklarını gözden geçirebilen, bunu içtenlik ve açıklıkla yapabilendir.
Hüznü yaşayan bireylerin olmadığı bir toplum, kendini gözden geçirmekte eksik ve özürlü kalır. Kendine, dünyaya, ilişkilerine bir hüzün mesafesi ile bakamaz. Hedefine, çıkarına ulaşmayı gözeten aklı ile gergin, hesaplı ve tetiktedir sürekli olarak. Kendini hep bir tehdit altında hisseder. Bu tehdit altındalık duygusu, hayatı seyri, temaşayı (teoriyi) olanaksız kılar. Üzülürken gergin, sevinirken, sevişirken gergin, eğlenirken gergindir. Ebette siyaset içindeyken de… Huzurluyken bile gergindir. Bu toplumdaki bireylerde, her ‘gevşeme’ bir saldırganlıkla son bulabilir.
Hayata bakışlarındaki sözlerden bir kaçı şu ve şunun gibi sözlerden oluşur: ‘Bak nasıl da yapıştırdım lafı adama’, ‘Bak nasıl da mat ettim’, ‘Bana, ait olduğum topluluğa inancıma kimse bir söz söyleyemez, kodum mu oturturum’. Yüksek perdeden konuşmayı severler, konuşurken güçlerinin etkinliğini görmek için sık sık karşılarındakilerin gözlerinin içine bakarlar.
Hüzün kendini içtenlikle, açıklıkla kabul edebilen bireylerin yaşantısıdır. Hüznü yaşayabilen, içi ile dışı arasındaki boşluğu en aza indirebilendir. Hüznü yaşayamayan, anlayamayan bir toplum kendini karşılayamaz. Kendinin karşısına çıkamaz. Sanat ve düşüncede ince ayrıntılarla zenginleşen ürünler ortaya koyamaz. Papağandır. Çevresini izler. Bir yerlerden bir şeyler alıp, kendi hayatına uygulayıp durur.
Mutluluk tesadüfen gelmez.
Hazırlık ister. Anten açıklığı… Mutluluk, mutluğu hak edecek karakter ister. Mutluluğu hak edecek ne yaptım ki mutluluğu diliyorum? Ey ben, ey gafil ben!
Örneğin, yarıştığın, geçmeye çalıştığın bir rakibin seni aşarak başarılı oldu. Onu tebrik edebilir misin için yanmadan? Tüm varlığını kaybettin, bir işe girdin ve battın. Sevdiğin bir insan gülümseyerek selam verdi sana, içtenlikle, sevgiyle selamını alır, selamlaşabilir misin? Hayatta sürekli başarısız olduğunu düşünüyorsun. Ne kazandın ise yitirdiğini düşünüyorsun. Çok sevdiğin bir müzik çalıyor, çok sevdiğin bir kahvede, güneş batarken. Güneşe ve müziğe gülümseyebilir misin?
Düşmanların seni sürekli sıkıştırıyor. Eleştirilip aşağılanıyorsun. Canın sıkkın. Yorgun ve bıkkınsın. Bir köpekçik, yağmurda ıslanmış, elinde tuttuğun bir simidi istiyor senden. ‘Defol git köpek!’ mi dersin, yoksa sevgiyle titrer mi için? Hasta yatağında öleceğini düşünüyorsun. Hiç sevmediğin bir insan geçiyor tesadüfen odanın önünden ve sana ‘geçmiş olsun!’ diyor. Yüzünü çevirir, ‘defol git lanet adam’ mı dersin?
Mutluluk sınavlardan geçiyor. Mutlu olmak için ne yaptım ben? Soru bu. Hak ettim mi mutluluğu? Neden mutlu etsin hayat beni, dünyada bunca mutsuz varken?
Birçok insan mutluluğu kaybetmekten korktuğu için mutlu olamıyor. ‘Şimdi, mutluyum dersem nazar değer, mutsuz olurum.’ Korkaktan mutlu olmaz. Yitirmekten korkmamalı. Bulmuşsak yitirebiliriz de, bundan doğal ne olabilir ki? Kayıplar olduğu için mutluyuz. Mutsuz olabildiğimiz için.
Mutluluk bir karakter özelliği. Bir ömür boyu bu ahlak karakterini elde etmek için hazırlamalı kişi kendini. Geçici hazların, yaşantıların adı olmamalı mutluluk. Veya rastgele keyiflerin adı. Mutluluğu hak ettiğini irdeleyerek düşünen insanın mutluluğunun üstüne yoktur.
??? o ???
İkinci yazımız: “Yemeğin tıkınmaya, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz.”
Ve bu da dizinin son yazısı: “Hıyar heriflerin işi değildir aşk!”
Yorumlar 20
Bu günümün kazancı fikir atölyesi ve değerli hocam Ahmet İnam’ı tanımış olmak.. Sevinçli ve müteşekkirim.
Felsefe ve şiir ortamında kalem oynatan İnam’ı okumak gerekir.Elime geçen yazılarını okurum; okumakta yarar görürüm. Sabahattin Yalkın
.
Hocam bir yazınız da “Mutsuzluk ahlaksızlıktır” demiştiniz. o günden bu yana yazılarınızı takip ederim. Ne deyim hocam sadece “insan”sınız. Keşke kuru kalabalıklarda insan aramak zorunda kalmasak… İnsanım o kadar işte…Bir eğitimci olarak her daim taş atarım derelere sonra da dalgaların ıraklığına bakarım…seyrederim…
Ahmet bey sizi dinlemek istiyorum.
Hocam iyi ki varsınız.Bilim adamı olmanın gerektirdiği Omurgalı duruşunuzu takdirle karşılıyorum.
Yazınızdaki Yalnızım ama kimsesiz değilim. Başlıklı paragrafta …”eğer yalnız değilsiniz.” bilge bile olamazsınız. cümlesindeki “…değilsiniz” kelimesinin sanki “değilseniz” kelimesi olması gerekiyordu. Yanılıyorsam bağışlayın..
içimden ahmet baba demek geldi yazınızı okuyunca
öyle bir durumdaydım ki tesadüfen rastladım nette
birtek dünya dönüyor diyen adam gibidimi yanlız ken hissetiğim bir anda
yanlız olmadığımı hissettim
yazınız harika hay bin yaşa ahmet baba diline beynine kalemine ruhuna sağlık
Sayın hocam;Fırlama olabilir’de PUŞTbiraz ağır olmuyormu ?
saygılarımla
Başarısının sebebi yaratıcılığı olan bi adam belliki ama aklıma takıldı sormadan da edemedim, herkezden kendini aşmasını yaratıcı olmasini beklemek biraz fazla değil mi, kapasite ve yetenek kavramlarına karşılığı ne olurdu acaba?
Pingback: Bir Çok Konu » Blog Archive » Fikir Atolyesi » Bir Çok Konu
Pingback: Fikir Atolyesi Yemeğin tıkınmaya, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz.
hüznün gerçekliği ve ağırlığı, yalnızlığın erdemi ve zorluğu, mutluluğun yakınlığı ve ansızlığı kadar…
zaman kendini tekrarlar, önemli olan daireler çizerken içinde mi dışında mı kaldığımız hayatın.
Çok güzel. Eşzamanlılık buna denir.
Sorularıma cevap veren bir açıklama, bir yazı.
Eline sağlık.
Aynı kafadanmışız, bana göre de; “hayat kötü de, grafikleri iyi.”
Elinize sağlık. Çok hoş bir yazı.
Çok güzel, eline sağlık.
Güven Aslan.
hayat, aci, huzun ve etkileri mukemmel bir sekilde dile getirilmis!!
?Hüzün?, ne hesap kitaba dayalı bir pişmanlık, ne de yaşanmış olanlar üzerinde geleceğe yönelik bir yaşama planının yarattığı duygu. Hüzün; yaşıyor olmanın, var olmanın ince bir sızısı. Sevinçle acının bir harmanı. İçinde sonsuzluğu duyan bitimli insanın garipliğini hissedivermesi. Sürekli olarak kendini güçlü göstermenin gülünçlüğünü, ikiyüzlülüğünü içinde yumuşak, dingin bir ruhsal ağrı olarak duymanın adı, hüzün.
” Hüzün kendini içtenlikle, açıklıkla kabul edebilen bireylerin yaşantısıdır. Hüznü yaşayabilen, içi ile dışı arasındaki boşluğu en aza indirebilendir.” Ne güzel bir söz.
“acıların cocuğu” kısmını ve “mutluluk tesadüf gelmez” kısmını çok beğendim… hatta duygulandım… çünkü şu sıralar insanların mutlu olmak için değil mutsuz olmak için varolduğunu düşündüğüm ve mutluluğu çok irdelediğim bir dönem…